28 Ocak 2013 Pazartesi

KÜBA’NIN DOĞAYA SAYGILI TARIMI




KÜBA’NIN DOĞAYA SAYGILI TARIMI


            Marketlerin hepsinde, dükkânın bir köşesi organik ürünleri ayrılıyor; televizyonlarda organik ürünleri öven söyleşilere sıkça rastlanıyor; ama ben o ürünlerin, şu amansız kazanç yarışında, sahici olduklarına inanmıyorum; böyle bir tarımın ancak para için yarışın ortadan kaldırıldığı bir toplumda gerçekleştireceği inancındayım.
            Nitekim, doğrulaması soL gazetesinde, Esin Saraçoğlu’nun Küba’ya yaptığı bir gezinin anlatımından geldi; Esin, çevreyi gözeten tarımı merak etmiş; Havana’daki üretim birliklerinden birinin başkanı Miguel’le söyleşmiş; söyleşinin önemli bölümlerini paylaşalım:
            Esin- Bu kadar ilginç ne yapıyorsunuz burada?
            Miguel- Bugün Küba’da yaklaşık 350 000 kişi kentsel tarımla uğraşıyor. Kentsel tarım, insanlara düşük fiyata, sağlıklı ürün sağlıyor. İş alanı yaratıyor. Kentlerde yaşayan kadınlar bu üretimin önemli bir parçası. Bizim üretim birliğinden biliyorum, kadınlar her zaman daha iyi yönetici, daha iyi üretim birliği üyesi oluyorlar. Kentsel tarım, ayrıca, ortalama ömrün yaklaşık 80 yıl olduğu Küba’da, emeklilik çağında insanlara bir yaşama umudu sağlıyor. Çocuklar da küçük yaşta toprakla uğraşmanın çok değerli bir şey olduğunu öğreniyorlar. Üstüne üstlük, kentin içinde yeşil, güzel ve hoş bir hava yaratıyoruz. Kentsel tarım, her yıl, l milyon ton besin üretiyor Küba’da. Bu üretimin tamamı organik ve yerel. Yerel olması önemli, gerçek organik tarım yerel olmalıdır çünkü.
            Esin- Ne üretiyorsunuz?
            Miguel – Marul, ıspanak, karnabahar gibi sebzeler. 30 farklı sebze var bunun içinde. Meyveler, tıbbî bitkiler, süs bitkileri de. Toplam 10  hektar kullanıyoruz, 800 metrekareyle işe başlamıştık. Küçük bir işleyimimiz (sanayimiz) bile var.
            Esin – Konserve mi yapıyorsunuz?
            Miguel – Hayır, henüz değil. Geri kazanımdan elde edilen şişeleri kullanıyoruz.  Domates salçası, sarımsak püresi, baharat, sirke hazırlıyoruz. Katma değerli ürünler bunlar. Böylece fazla ürünleri saklamış oluyoruz.
            Esin – Hayvan da yetiştiriyor musunuz?
            Miguel – Evet, sığır, tavşan, biraz da keçi yetiştiriyoruz. Bir de böcek.
            Esin – Küba’da böcek yendiğini bilmiyordum.
            Miguel – Yoo, hayır, böcek yemiyoruz. Şöyle anlatayım: organik tarımda iki önemli sorun var: salgınlarla, hastalıklarla savaş ve bitkilerin gelişmek için gerekli şeylerle beslenmeleri. Hastalıkla savaşta, zararlılarla beslenen böcekleri üretiyoruz. Bir başka önemli sorun da, çeşitlilik. 400 farklı bitki yetiştiriyoruz. Ayrıca, sürekli aynı şeyi üretmiyoruz, ürün dönüşümü en vazgeçilmez koşul.
            Esin – Yapmadığınız iş yok galiba?
            Miguel – Saymakla bitmez gerçekten. Asıl önemli olan şu: burada bir döngü sağlıyoruz. Hayvanları beslemek üzere bitki yetiştiriyoruz. Hayvanlar gübre üretiyor. Gübreyi solucanlara veriyoruz. Solucanların ürettiği organik besini bitkilere veriyoruz. Dünyadaki en iyi gübre budur. Mısırlılar solucanı kutsal bir varlık sayarmış. Çünkü, yaşamın kaynağı humus’tur. Hem başı, hem sonudur yaşamın.
            Esin – Peki üretim birliğindeki örgütlenme nasıl?
            Miguel – Üretim birliği küçük bir ülke gibi işliyor. Meclisimiz var. Kaç yıldır birlikte olduklarına, üstlendikleri göreve bakılmaksızın, herkesin bir oy’u var. Birlik başkanı beş yıllığına seçilir. Meclis, yasama gücüdür. Başkan ve yönetim kurulu da, yürütme gücü. Ülkedeki üretim birliği yasalarının yanında, meclisimizin koyduğu kurallara göre hareket ederiz. Çalışma saatlerini saptayan, meclistir. Ekonomik bir iş yapıyoruz, ama kurumun temeli toplumsal; çok demokratik bir biçimde çalışıyoruz.”
            Görüldüğü gibi, 50 yıllık ABD ambargosuna karşın, hem ayakta durmayı, hem de gittikçe kirlenen bir dünyada yeni hastalıklara yol açmayan, insanı sağlıklı, mutlu, verimli yaşatan ürünler elde etmeyi başarmışlar. Üstelik bunu, öyle geniş tarlalarda, en karmaşık, en pahalı makinelerle yapmıyorlar; hemen evlerin önündeki bahçelerde, lokantaların taraçalarında, aklınıza gelen her yerde; eskiden çöpe atılan şeylerle yapıyorlar; ve şarkılar söyleyerek, danslar ederek.
            Silah satışlarının, uyuşturucunun, cinsel sömürünün, kadına işkencenin jet hızıyla artıp gezegenimizi cehenneme çevirdiği günlerde, bütün insanlık için, bir umut feneri gibi yanıp sönmeyi sürdürüyor güzelim Küba!

                                                                                  Güncel Mersin, 29 Ocak 2013

26 Ocak 2013 Cumartesi

KİTAPLARI KİM YAKTI?




KİTAPLARI KİM YAKTI?



            Yanıtı başından vereyim: Galatasaray Üniversitesi’nin kitaplarını, Galatasaray Lisesi’ni bitirenler yaktı: Atatürkçü geçinen, düzmece ilericiler yaktı.
            Tutucular, gericiler, bütün barbarlıklarıyla, tutarlıdırlar: öbür dünya masalları anlatıp bu dünyayı talan ederler, sizin hukukunuz, sizin adaletiniz deyip hukuka da, adalete de hiç aldırmazlar; peki ya ilerici olduğunu, Atatürk ilke ve devrimlerine canları pahasına bağlı olduklarını öne sürenler ne yapar?  Öteden beri ve bugün yaptıklarını: lâf ebeliğiyle ömür geçirirler.
            Galatasaray Lisesi’ni bitirmiş olan, çeşitli meslekler edinmiş, seçkinlerin çocukları oldukları için, toplumun belli başlı köşelerini tutmuş; banka, fabrika sahibi olmuş bulunanlar, bilmem kaç yıllık Feriye Sarayı’nın o yarı ahşap haliyle kullanılamayacağını; her an yanabileceğini bilmez mi, bilmek zorunda değil midir? Gümüşsuyu’ndaki bankasını özenle onarttırıp depreme dayanaklı hâle getiren hamal çocuğu gibi, onların da, ille de bu sarayı istiyorlarsa, iyice bir elden geçirtip onarttırmaları, hem depreme, hem yangına dayanıklı duruma getirtmeleri gerekmez miydi? Her zaman yaptıkları gibi, iğneyi kendilerine batıracak yerde, çuvaldızı yangın söndürücülere batırdılar: güya gelmişler, bakmışlar duman kesildi, yangın söndürüldü diye tutanak tutup gitmek üzereymişler ki, çatı tutuşmuş!!!???
            İlber Ortaylı ile Erdoğan Teziç yıllarca biriktirdikleri, kimisi artık hiç bulunamayacak değerli, ender kitaplarını bu üniversiteye bağışlamışlarmış; onlar da çatır çatır yandı, kül oldu. Bre insaf! Bu kadar değerli hazineler, her an kül olabilecek ahşap yapılarda mı saklanır? Altınlarınızı, gümüşlerinizi çelik kasalarda saklıyorsunuz; peki bu bilgi hazinelerinin hiç mi değeri yok sizin için: Demek ki yokmuş! Her zamanki gibi, lâf züppeliği yapmışsınız; iyi de, içki masalarında, toplantılarda giriştiğiniz züppelik gösterileri bu kadar pahalıya patlamıyor güzelim halklara.
            Galatasaray Lisesi’ni bitirenler arasında mimar yok mu? Zaten sizin kökünüzü kazımak isteyenlerin denetimindeki belediye görevlileri elbette o yapıya bugünkü hâliyle oturulamaz raporu vermezler; peki sizin mimarlarınız neden gidip bir ön keşif yapmaz, neden üniversiteyi kurup açmaya girişenlere alınması gereken önlemleri bildirmez?
            Sevgili Yılmaz Dikbaş, son kitabının adını boşuna Atatürkçüler Yenildi koymadı; o bilmiyor mu 10 Kasım 1938’den beri, gerçek Atatürkçülerin bir kez bile işbaşına gelemediklerini; dahası, sevgili Mustafa Kemâl yaşarken de, devlet erkine gerektiği gibi, tam anlamıyla  el koyamadıklarını, istedikleri köklü dönüşümleri başaramadıklarını; ağaların elinden toprakları alıp yüzlerce yıldır ezilip sömürülen insanlara dağıtamadıklarını; tam 6 Yüzyıl karanlıkta bırakılmış güzelim insanların Köy Enstitüleri’nde okutulup aydınlatılamadıklarını? Hepsini bilir kuşkusuz; ama umutsuz bir çığlıkla, üzerlerine ölü toprağı serpilmişleri sarsmak, uyandırmak için bile bile öyle koymuştur kitabının adını.
            Aslında, korkarım boşuna dil döküyoruz; çünkü hastalık salt bize özgü, yerel değil, küresel; dizgesel: anamalcılık denen veba yok edilmeden kimseye bunun dışında bir umut yok; sözlü ve yazılı iletişim araçları bugün şu allı pullu ülkelerde, ABD’de, AB ülkelerinde olup bitenlerin, çekilen acıların ayrıntılarını; sokaklarda yatanları; gençlerin ne kadarın, en pahalı parıltılı okulları bitirdikten sonra, işsizlikten kıvrandığını söylemiyor, yazmıyor; yalnız arasıra şurada burada ayaklanan, sokaklara fırlayan, kendi yarattığı artıdeğeri yok etmek üzere araları yakan, banka camlarını parçalayan insanları gösteriyor ya da yazıyorlar. Oysa bu da kandırmacanın parçası: yapılması gereken, yakıp yıkmak değil, şu vebalı sömürü düzensizliğinin yerine evrenin özüne uygun dayanışma-yardımlaşma düzenini geçirmek üzere kolları sıvamak; bütün sanal ayrıcalıkları çöpe atıp – evrenin özünde zaten var olan – eşitliğin sevincini yaşamaktır, Küba’daki gibi.
            Küba deyince, hemen kalkıp: iyi ama onlar da yoksul, şuları buları yok, diyor kimileri; iyi  de, o yokluklar sizin doymazlığınızın sonucu; kimilerinin elindeki, bin yılda yiyemeyeceği birikimi onlarla paylaşmaya razı olsanız, şimdikinden daha varsıl, daha olanaklı gözükecekler.
            Üstelik, sizin sandığınızın tersine, asıl varlıklı onlar: ne gelecek kaygıları var, ne iş-aş-eş bulma tasaları; sağlıkları bütünüyle güvence altında, hem de Fidel neden yararlanıyorsa, sokağı süpürene de aynısını sağlayarak; ana karnından başlayarak, bütün çocukların bakımını, eğitimini, mutluluğunu üstlenmiş durumdalar.
            Kısacası, Küba’yı yönetenler, yeryüzü Cennet’ine tanklarla değil, bilgiyle, sevgiyle gidileceğini çok iyi görüp eksiksiz uymuşlar.
            Başa dönersek, ilerici geçinenlerin bugünkü aymazlığıyla, daha çok okul ve kitap yanar yurdumuzda.

                                                                                  Kahvemolası, 25 Ocak 2013

15 Ocak 2013 Salı

GÖNÜL BORCU





GÖNÜL BORCU


            2011 Temmuz’unda, Sevil’in annesi hastaneye yatınca, Assos’tan İstanbul’a dönmek zorunda kaldık; kimi günler, sevgili dostumuz Nilgün Şarman’a  Moda’ya gidiyorum; iskeleye yürüyerek iniyoruz. Bir akşam yine çıktık, dondurmacı Ali’nin önüne gelince yüreğim sıkıştı; oturup dinlendim, geçti. Yeniden yola koyulduk, 100 metre sonra yine oturmak zorunda kaldım.Bunu uyarı saydık Nilgün’le, ertesi gün Sevil’in hekimi, ortak dostumuz Uzm.. Dr. Saim Ayvalıoğlu’nu arayıp bana iyi bir kalp uzmanı önermesini rica ettim; o hemen işe koyuldu, GATA’da, Prof. Dr. Bekir Sıtkı’nın beni beklediğini söyledi. Gittim, sıkıntımı anlattım, hemen, bu belirtiler damarların tıkandığını gösteriyor, yatın, yarın stant takalım, dedi.
            Yattım, sabah erkenden ameliyat odasına alınacaktım, ama sabah verilen kanda üre ve kreatinin yüksek çıkmış vazgeçildi; demek ki ciddi böbrek yetmezliği de vardı. Önce onu ele aldılar; kollarımda fistül için yer açılması gerekiyordu, birkaç kez denediler, ama damarlarım çok inceymiş. Başarılamadı.
            Bir öğleden sonra kapım çalındı, güler yüzlü bir bey geldi; sizinle tanışmaya geldim, ben sinirbilimci (nörolog) Mehmet Saracoğlu, dedi; meğer 40 yıllık okurummuş.
            Araya girdi, tatilden dönen kalp daman profesörüyle tanıştırdı beni; Prof. Mustafa bey işi başardı, koluma fistül yerleştirildi. Böylece kanımı arıtmak üzere diyalize girmeye başladım, ancak bütün bu işlemler tam 5 ay sürdü; o arada Bekir Sıtkı bey bana tam anlamıyla kardeşi gibi davrandı, denize bakan özel bir odada yatırdı, olanca özeni gösterdi.
            Ama küresel soygun verdiği buyruklarla devlet üniversitelerinden de, hastanelerinden de bütün profesörleri kaçırmış, işler gencecik doktorlara kalmıştı. Her düşünülen kolay yerine getirilemiyordu. Bunun üzerine, Bekir Sıtkı beyle Mehmet bey kafa kafaya verip bana gücenilir bir kalp uzmanı aradılar, Folerance Nightingal’de çalışan Prof. Dr. Belhan’ı seçip beni ona yolladılar. Damar aktarma işlemim başarıyla gerçekleştirildi.
            Ancak, böbrek yetmezliği yeri yerinde duruyor, haftada üç gün, dörder saat diyalize gitmek zorunda kalıyordum; sağolsunlar, Nilgün’le Sevil, kardeşim Erkan Onaran  böbreklerinin birini bana vermeyi önerdiler; ben de eşimle denemeyi seçtim.
            O  arada, bilgisayarın bana tanıştırdığı sevgili Lale Gürman bize Orhan Çekiç’in eşi Gülay’dan söze etti; Orhan da yıllardır böbrek yetmezliği çekermiş; Gülay aramış taramış. Akdeniz Üniversitesi’nde çalışan Prof. Dr. Alihan Gürkan’ı bulmuş, bu değerli uzman, işini çok geliştirmiş, ille de uygun böbrek gerekmiyormuş artık aktarma işinin yapılabilmesi için,  çapraz yöntem’de siz börek bağışlıyorsunuz, size uyanı getirip takıyorlar. Çekiç’ler Antalya’ya komşu, diyalizden kurtulmuşlar.
            Gülay  sağolsun, Sevil’le Nilgün’ü alıp Acıbadem Hastanesinin Yeşilköy’deki İnternational şubesindeki Nurcan Çiftçi’ye götürdü, bu genç güzel hanım böbrek aktarma merkezinde eşgüdümü sağlıyor, arkadaşı Derya Kaymak’la birlikte; Nisan’da onu görmeye gittik; bypass geçirdiğim için önce kalbime baktılar; yeni damarlarım organlara yeterli kanı taşıyamıyormuş. Bunun üzerine Eylül’de yeniden denemek üzere Assos’a gittik, yazı geçirdik, gelince bir daha başvurduk.
            Bu kez yüreğim inceleme sınavını geçti; o zaman ikimizi de tepeden tırnağa incelemeye giriştiler, bundan da başarıyla çıkınca, 16 Ekim’de hastaneye yattık, 17’sinde hekimlerimiz işlemi gerçekleştirdi.
            Yaşadığımzda belirleyi olan kuşkusuz candaşım Sevil’di; Cemal Süreya’nın değini yaptı: “önce öptü, sonra (yeniden) dünyaya getirdi beni”.
            Bu sıra dışı hekim kümesinde, Prof. Dr. Alihan’ın yanında şu uzmanlar çalışıyordu: Doç. Dr. Ülkem Çakır, Op. Dr. Ercüment Gürlüler. Op. Dr. Nâzım Güreş, Op.Dr. Altan Alim.
            Yatırıldığımız 4. katta çalışan hemşirelerin, hastabakıcıların, temizlikçilerin, kısacası bütün emekçilerin hepsi hârikaydı.
            Bir yılı aşan bu sağaltım döneminde bize bir mucize armağan edenlerin hepsine yürekten teşekkür ediyoruz.
            Ama bununla bitmiyor gönül borcum; şimdi aklı eder bütün yurttaşlarıma sesleniyorum;  ölünce organlarınızı bağışlayın, sizinle birlikte toprağa gömmeyin, bir sürü canı kurtarın.
            İkinci olarak,böbrek yetmezliği çeken bir yakınınız varsa,  Acıbadem İnternational Hastanesi’ne koşun, kendinizi Prof. Dr. Alihan Gürman ve arkadaşlarının sihirli ellerine teslim edin: en büyük iyiliği yapmış olursunuz.
                                                                       Edebiyat Galerisi, 22 Kasım 2012

12 Ocak 2013 Cumartesi

“AKREP GİBİSİN KARDEŞİM”







“AKREP GİBİSİN KARDEŞİM”


            Nâzım Hikmet’in ünlü şiirini bilirsiniz:





Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!

            Yazan büyük bir ozan olduğu için buradaki temel bilgi yanlışına şimdiye dek kimse değinmeyi göze alamadı; oysa almak gerekiyor, eğer daha yaşanır bir dünya oluşturmak istiyorsak.
            Buradaki eksiklik, 19. Yüzyıl’da henüz dirimbilimin (biyolojinin) de, bilgisayarın da, bilgiişlemin de bilinmeyişindendi; Marks’ı çok sayan bir insan olarak Nâzım da ister istemez sürdürdü bu yanlışı; şimdi ünlü köşe yazarları da, Küba gibi birkaç ender ülkenin dışında, yeryüzünde konuşan bütün okur-yazarlar da sürdürüyor; kimisi bidon kafalı diyor halka, kimisi kör, kimisi cahil.
            Gelin şimdi hepimizin kullandığı şu bilgisayara bakarak akıl yürütelim; aldığınız zaman, beynini barındıran yuva, birtakım donanımların yerleştirildiği bir kasadır; ama hemen hiçbir işlevi yerine getiremez; getirebilmesi için, temel yazılımdan başlayarak belli izlencelerin yüklenmesi, yeni donanımların eklenmesi gerekir. CD/DVD okuyucu yerleştirilmediyse, onları okuyamaz; ayrı bir izlence yüklenmediyse, bu ikisini de kopyalayamaz.
            Oysa dış görünüşü alabildiğine gösterişlidir.
            İnsan da tıpatıp böyledir: bakınca insandır, insandan beklediğiniz bütün işleri başarabilir sanırsınız; başaramaz,  bırakın başarmayı, akıl bile erdiremez.
            En az 6 000 yıldır zorba ataerkil düzensizliğin altında ezdiğiniz, pestilini çıkardığınız bu insandan, beyninden nasıl beklersiniz bütün o düşlediklerinizi? Emekçi olması, köylü olması, işçi olması, kendini ‘devrimci’ diye nitelendirmesi yeter mi, yetebilir mi?
            Yirminci Yüzyıl’ın en önemli düşünürlerinden Dr. Wilhelm Reich, “Faşizmin Kitle Ruhu Ahlayışı”  adlı yapıtında, yukarıda sıraladığım adlandırmalardan hangisini taşırsa taşısın, yeryüzündeki bütün bireylerin aynı buyurgan ataerkil aile içersinde yetiştiğini; dolayısıyla ister emekçi ister kentli sömürücü olsunlar, aynı beyin yoğrulmasının sonucu olan aynı kafa yapısına sahip bulunduklarını vurgulamıştır.
            Bu yüzden, Atatürk, daha savaşın yıkıntısı, yoksulluk olanca dehşetiyle ortada dururken, ilkin eğitime el atmış; öğretmenleri övmüş, devrimin bekçiliğine çağırmıştır; ama yazık ki, kendisinden ve genç yaşta ölüp giden kimi inançlı yoldaşından başka geri kalanların hepsi tutucu, karşıdevrimci oldukları için, ne toprak ne bilgi dağıtımını tamamlayamadan göçmüştür.
            Bu önemli işi şimdiye dek tek bir ülke, tek bir kişi ve arkadaşları başarabilmiştir: Fidel Castro ve Küba; daha dağda getirdikleri toz üzerlerinde dururken, belki yıkanıp temizlenmeye bile vakit bulamadan, ülkedeki bütün okulları tatil etmiş herkese çağrıda bulunup gönüllü okuma-yazma öğretmeni olmaya çağırmış; bunun sonucunda, yalnızca bir yılda yüzlerce yıldır karanlığın en dibinde yaşatılmış bütün yurttaşlarını okur -yazar kılmıştır; ama bu yetmez, ondan sonra, 24 saat, 365 gün, halka hiç yalan söylememiş; Devlet Başkanı’nın bildiklerini 11 milyon Kübalıyla paylaşmıştır.
            Başa dönersek, Nâzım Usta’nın başka bir şiirinde söylediği gibi, “bir sabah ansızın ellerini toprağa basıp doğrulama(z)” insanlar, ömür boyu doğru bilgi alamamışlarsa; o zaman dönüp onlara, sırf emekçi oldukları için (aslında, Devlet Başkanı da içinde, yeryüzündeki herkes, anamalcı ülkelerdeki bir avuç azınlık gibi sömürücü-sülük değilse, EMEKÇİ’dir), “kabahatin çoğu senin be kardeşim” diyemezsiniz; derseniz, dünyamız gömüldüğü bataktan sonsuza dek çıkamaz!

                                                                                  Güncel Mersin, 12 Ocak 2013


8 Ocak 2013 Salı

ŞAKİR PAŞA’NIN ÇİÇEKLERİ

ŞAKİR PAŞA’NIN ÇİÇEKLERİ


Yazılarımdan herhangi birini okumuş olanlar, Demokritos’un şu sözünü sık sık andığımı bilirler: “Evrendeki her şey, rastlantı (olasılık) ve gerekliliğin ürünüdür.”
Şimdiye dek okuyabildiklerim içinde, evrenin oluşum ve işleyişini bundan daha iyi anlatan söze rastlayamadım.
Cumhuriyet okurlarına kavuşmam da bu ikilinin, Memet Fuat’ın sıcacık sanat yuvası De Yayınları’nda tanışıp yoldaş olduğum Egemen Berköz’ün kişiliğinde buluşmasının sonucudur.
Aynı ikili, Şakir Paşa ailesinin oluşumunda da çok belirgin biçimde gözleniyor; ağacın iki yüzyılı kapsayan dallarında bir sürü çiçek açmış; bunlardan beşi şu anda iki galeride, Galeri Nev’de ve Kâzım Taşkent’te sanatseverlere sunuluyor.
Nev galerisi, çiçeklerden Nejat Devrim’e kucak açmış; Yapı-Kredi’yse öbür dört benzersiz varlığı anımsatıyor.
Füreya-Fahrünnisa (Fahrelnisa) Zeyd-Aliye Berger üçlüsünü uzun uzun anlatmaya gerek var mı? Şu ana dek koşmadınızsa, hemen koşun Galatasaray’a, bir daha kim bilir ne zaman yinelenecek o eşsiz şölenin tadına varın.
Üst saloncukta, Halikarnas Balıkçısı’ndan anılar var.
Sergiyi ve “Son Bin Fen/Halikarnas Balıkçısı’nın Sarmal Yaşamı” adlı kitabı tasarlayıp hazırlayanlar, duvarlara, yakın dostlarından kimisinin sözlerini asmışlar.
Bunların arasında sevgili ustam Sabahattin Eyuboğlu’nunki, bütün öbür söz ve yazıları gibi, beni evrensel özümden sarstı:
“Bilmeyene zor anlatılır Balıkçı’yı dinlemenin ne demek olduğu. Derin mağaralara kapatılmış rüzgârın birden boşanıvermesi gibi konuşur desem edebiyat sanırsınız. Ama gerçekten bir rüzgâr olur Balıkçı konuşurken. Yıllar yılı içinde birikmiş yıldızlı karanlıklar, masalı ve gerçeğiyle Akdeniz, yaşanmış, tadılmış mavilikler, bir başka türlü yeşil deniz dipleri, bütün bunlar içinde öpülesi, dövülesi, övülesi, sövülesi insanlar, yaratan ve sömüren insanlar Balıkçı’nın ciğerinden palas pandıras, üfürüle tükürüle, çevrile savrula dökülür ortalığa.”
*
“Dünyanın sisini pusunu ne temizler? Poyraz, bir; Balıkçı’nın merhabası, iki”
Dirimsel enerjinin sanat, sevgi, coşku gibi sözcüklerle dile gelişini, getirilişini bu satırlardan daha iyi, daha dolu nasıl anlatabilirdik?
İki büyük coşku ustası, evrenin kendilerine ödünç verdiği enerjiyi insan kardeşlerine “güzel duyusal sevgi” olarak dağıtırlarken birbirlerine işte böyle sarılmışlar.
Ben onlardan yalnız birinin, Sabahattin Eyuboğlu’nun yaşamına katılabildim canlı olarak; ve dünyamızın, Wilhelm Reich’ın çarpıcı saptamasıyla “duygusal vebaya yakalanmış” insan kardeşlerimizin bilgisiz, bilinçsiz, dolayısıyla acımasız elleriyle nasıl göz göre göre öldürüldüğünü gördüm.
Bu iki “gerçek evren çocuğu”, hem yaşadıkların barındırdığı uygarlık birikimini, hem “insan”, daha doğrusu “canlı” paydasında buluşan varlıkların binlerce, milyonlarca yıllık kalıtını öldürmek değil, yaşatmak üzere, ömür boyu, yılmadan, küsmeden, yüksünmeden hepimize dağıttılar.
Kâzım Taşkent’teki sergiyi gezerken resimlerle, seramiklerle, özgün baskılarla, fotoğraflarla, alıntılarla onların ölümsüz özü doldu içime, ışıdım, birkaç saatliğine de olsa ayaklarım balçıktan kurtuldu.
Anadolu tarihinin, insanlık tarihinin bir döneminde bu güzelim çiçekleri açtıran Şakir Paşa ailesine de; onları doğurup yaşatan uygarlıklar beşiğine de teşekkürler ettim.
Ve elbet, kendi kazdığı kuyunun dibinde debelenen tüketim toplumunun bilmem kaç yüzyıldır göz diktiği bu güzelim topraklarda görece rahat bir soluk almamızı sağlayan; bu sergideki çiçeklerin açabilmesini sağlayan eşsiz yıldız Mustafa Kemâl Atatürk’e de.

Cumhuriyet, 26 Eylül 2001

OSCAR WİLDE

OSCAR WİLDE


Reich’tan sonra bana en çok şey öğreten insan,tümelbilimci Henri Laborit,ölümünden kısa bir süre önce Kanada televizyonunun kendisiyle yaptığı söyleşide:Biz,başkalarıyız,demiş;başka bir anlatımla, ben sandığımız birikim,hem geçmiş yüzyıllarda yaşamış,hem şu an uzak ya da yakın çevremizde yaşayan insanların,sanırım daha biz doğmadan,beynimize ve sinir dizgemize doldurdukları denetimdışı davranışların,değer yargılarının toplamından başka bir şey değil.
Dostum Ahmet Cemal, 70’li yıllarda,Avusturya Kültür Ofisi’nde çalışırken,merkezin başkanı Sayın Kasper’den aldığı yetkiyle,çeşitli ekinsel etkinlikler düzenler;zaman zaman,çeviri konusunda söyleşmek üzere zaman zaman birkaçımızı toplar,arasıra da tek başıma beni çağırırdı.
Bu söyleşilerden birinde,Reich’ın dünya görüşünü anlattıktan sonra,dinleyenlerden biri,Usta’nın eşcinselliğe nasıl baktığını sormuştu;çok sığ bir yanıt verdiğimi anımsıyorum.
Çünkü o yıllarda henüz François Jacob ya da Henri Laborit gibi,dirimbilimden yola çıkıp tümel evren açıklamasına ulaşmış düşünür-bilginleri tanımıyordum;dolayısıyla kökenimizi deniz yosununa değilse bile,daha kolay kavrayabildiğimiz amibe bağlayan bilgilerden yoksundum.
Ama şimdi eksiksiz biliyorum bunu;o yüzden,Reich’ın canımızı oturttuğu üç temel direkten biri olan sevme-sevişme işlevinin tek bir kaynağa,acunsal-dirimsel enerjiye dayandığını;örgensel boşalmada bu enerjinin kullanıldığını;sözkonusu boşalmanın asal ereğinin canlı varlığın sürdürülmesi olduğunu;işlevin yerine getirilmesine eşlik eden hazzın,aynı ya da karşı cinsle sarılışmada aynı biçimde tadıldığını,çok geç kalmadan öğrendim.
Fransız sanat kanalı Arte,geçen akşam,Brian Gilbert’ın Oscar Wilde adlı belgeselini gösterdi;Stephen Fry’ın inanılmaz bir ustalıkla canlandırdığı Wilde,bildiğiniz gibi,gerçek bir üstünyetenek;üstelik kendisi seçmemiş olsa da, bir “seçkin”,Lord.
Üstünyeteneğini bütün yazınsal türlerde bol bol dile getiriyor,yaşadığı çevrenin gözdesi,alkışlanıyor,sevgiyle ödüllendiriliyor;arada evleniyor,iki çocuğu oluyor.
Ama,onun gözü genç oğlanlarda;üstelik bu eğilimini,bu seviyi son derece soylu yaşamaya çalışıyor –en azından filmde öyle gösteriliyordu;asında da öyle olduğu sezgisi var içimde.
Bu ilişkiyi,beylik terimle,”ayaktakımıyla” değil,kendisi gibi “seçkinler”le kuruyor;Reich’ın bütün yapıtlarını okumuş olmanıza gerek yok aslında,halkımızın şu türküsüne kulak verirseniz,olacakları kestirebilirsiniz:
“Bir can bir canı sevse/Köyü bir sancı tutar.”
Sarıldığı oğlanlardan birinin babası;bütün öbür soylular gibi nasıl Lord olduğu bilinmeyen,eşinin dışındaki bütün dişilere rahatça el atan,asıl suratlı,atlı uşaklı varsıl biri,bu ilişkiyi onur sorunu yapıyor-şimdiki ataerkil düzenin bütün erkeklerinin namusu kendi kafalarında değil,kadınların apış aralarında arayıp buluşları gibi.
Wilde’ın,kendisi gibi aksoylu beylerin oluşturduğu yargıcılar kurulu önünde söylediklerini 21.Yüzyıl’da insan kardeşlerimizle paylaşabilecek miyiz acaba?Dünya televizyon ve gazeteleri,bilmem hangi göbekçi hanımın poposuyla,her gece bağrımıza bastığımız,zampara geçinen,ama artık çaptan düşmeye başlayan türkücünün pipisini bırakıp:sevinin tek olduğunu;insanlar arasında,cinsleri ne olursa olsun, başlık parası’yla,sanal bir ün karşılığında, ya da daha bayağı bir yoldan,”sırf sevişmek üzere” alınıp satılmaması gerektiğini anlatacak mı acaba günün birinde?
Doğrusu,Reich’ın dediği gibi sevi-çalışma-bilgi’ye dayanması gereken yaşamımız,eldeki bütün iletişim araçlarıyla,onlar yetmediği zaman silahla paraya tapmaya zorlandığına göre,pek umut yok gibi;ancak,evrenin ömrü milyarlarca yıllık;ataerkil sömürüyse,on bin yıllık.
Dolayısıyla,kuşkusuz büyük acılardan,görülmemiş insan ve doğa kıyımlarından sonra,son kişi can verene dek,usumuzu başımıza toplama olasılığı var.
Amip anadan geldiğimizi,hepimizde dişilik ve erkeklik özelliklerinin iç içe,yan yana bulunduğunu;kıl payıyla birinden öbürüne geçildiğini bana böylesine soylu bir şiirle anımsatan Brian Gilbert’a gönül dolusu teşekkür.

Cumhuriyet,10.10.2001

FAKİR BAYKURT’UN ŞAŞMAZ SAPMAZ SOLDUYUSU

FAKİR BAYKURT’UN ŞAŞMAZ SAPMAZ SOLDUYUSU



“Nedir en zor şey?görmek,gözünün önündekini”,demiş Goethe;yeryüzündeki milyarlarca insan,yaşamlarının her saniyesinde bunun doğruluğunu sınamakta:bunun nedeniyse,insan denen varlığın,yaklaşık on bin yıldır gerçek kılavuzdan,somut bilim’den yoksun yaşaması,yaşatılması.
Fakir Baykurt’sa,gözünün önündekini görebilmiş ender insanlardan biri;üstelik,kalıtımla getirdiği üstünyetenekle,Atatürk’ün açtığı çağdaş bilim yolunda kararlıca yürümeye ant içmiş 1945 öncesinin kuşaklarının çok kısa bir süre yaşatabildikleri okullarda,Köy Enstitüleri’nde,Anadolu topraklarından fışkırmış pırıl pırıl kafaların verdikleri eğitim-öğretimle beyin ve sinir hücrelerini evrensel bilgiyle donatabildiği için,ömür boyu görüp açık seçik anlatabilmiş biri.
Fakir Baykurt,gözde değil artık;tüketim saraylarında başka gözdeler kalça kıvırmakta;ama bu kıvırmalar insanlığı,giderek yerküreyi evrensel ömründen önce yokoluşa götüreceğe benziyor.
Eskiden okumuş olanlar anımsamak,yeni yetişenlerse belleyip unutmamak üzere Fakir’in Amerikan Sargısı’nı,Keklik’ini,Köygöçüren’ini,Yayla’sını tam bugünlerde okuyabilselerdi;elindeki bütün olanaklarla,yeryüzünün en bilgisiz,en yoksul bırakılmış ülkesinin tepesine çullanan –aslında ondan daha bilgisiz – bir ülkenin,ABD’nin,2.Dünya Savaşı’ndan beri,dünya halklarına neler ettiğini,daha neler edeceğini açık seçik görebilirlerdi.
Büyük söylevlerle,törenlerle açılan örnek çiftliklerin nasıl birer birer battığını;getirtilen damızlıkların nasıl kof çıktıklarını;Anadolu’nun güzelim bitki ve hayvanlarının kökünün nasıl kurutulduğunu,unutmamak üzere,beyinlerine kazırlardı.
Bilgi birikiminin önceki evrelerinde,bugün kullandığımız kavram ve terimlere henüz ulaşamadığımız için,Marx gibi üstünyekenekli kardeşlerimizin öncülüğünde,sorunlarımızı öncelik ve özellikle parasal-toplumsal terimlerle dile getirip çözmeye çalıştık:hastalıkların kaynağını artı-değer’in bölüşümünde,sınıf çatışmasında aradık;bu yolda önerilerde bulunduk,denemelere giriştik.
Oysa çağdaş bilim bizi şimdi başka bir noktaya getirdi;gerçek bilimsel öncüler,hepimizi,bütün bilimlerin,dahası evrenin temelini oluşturan matematikten ödünç alınmış terim dizisine taşıdı:evrendeki her şey artık bir ana-bütün¬’ün alt-bütünleri sayılıyor:atom molekülün içinde;molekül gözenin;göze,örgenin;örgen,bedenin;beden,çevrenin içinde;çevre,yerkürenin üstünde;yerküre de,uçsuz bucaksız evrenin bağrında.
Dolayısıyla,canlı cansız bütün varlıklar,karşıkonmaz,değiştirilmez,ayam uydurulması gereken bir bağımlılıkla birbirine bağlı;başka bir deyişle,şu anda kullandığımız us’umuz da aralarında,her şey evrenden ödünç alınmış durumda;çok çok 6-,70,80 yıl sonra geri verilecek.Kısacası,sınıflı,uluslu yoruma,kavgaya yer yok:imece,paylaşım,evrensel yapının gereği.
Nitekim,geçenlerde Türkçesi yayımlanan bir kitap Piyotr Kropotkin’in Karşılıklı Yardımlaşma’sı,bunun ayrıntılı kanıtlarıyla dolu;burada,Darwin’in ünlü varolma savaşımı’na,ancak milyonlarca yıl sonra görüp dile getirmeye hazır olabildiğimiz yardımlaşma-dayanışma kavramı eklenmiş oluyor.
Anadolu’muzun güzelim insanları Aleviler bunu çoktan yürürlüğe koymuşlar;ama dünyamızın başka köşelerinde yaşayan,en temel öğeden,cinsel doyum’dan yoksun yaşayan,yaşatılan insan kardeşlerimiz,ölümlü oluşumuzun verdiği korkuyu yenmek,doyumsuzluklarını unutmak üzere,parasal-siyasal erk’le avunmaya çabalıyorlar.
Alevilerin binlerce yıl önce bulduklarını,çağdaş Fransız düşünürlerinden Alain Jacquart şöyle özetliyordu bir konuşmasında:aslında insanın iki temel edimi var,varolmak ve sahip olmak.
Sahip olma edimi, yalnız dilbilgisinde işe yarar,bileşik zaman oluşturmakta kullanılır:can’ımız da aralarında,yeryüzündeki hiçbir şeye sahip olamayız.
Geriye,yardımlaşarak,elbirliğiyle,güle oynaya VAROLMA kalır.
21. Yüzyıl,bu iki temel edimden hangisini önemseyeceğimize;dolayısıyla,tek tek bireyler olarak da,toplumlar olarak da,içimizdeki,yerküredeki,evrendeki enerjiyi nasıl kullanacağımıza göre biçimlenecek.
Fakir Baykurt,şaşmaz,sapmaz solduyusuyla bu yalın olguyu daha 1945’lerde görüp yapıtlarında dile getirmiş;bu yüzden de,bütün gerçek öncüler gibi,sayısız çileye katlanmanın onurunu taşıyor.

Cumhuriyet,24.10.2001

SAİT MADEN

SAİT MADEN


Daha birçok sözünün yanında, Exupéry’nin şu özdeyişine bayılırım:
“Özlediğin insanı kendinde oluşturmaya başla.”
Yaşarken, büyük bir talih sonucu, bunu gerçekleştirmiş insanlar tanıdım, dost oldum: Sait Maden onlardan biridir.
1964 yılında, Memet Fuat’ın benden Satre’ın Baudelaire’ini istemesiyle başladı yoldaşlığımız, kitaptaki şiirleri Sait çevirdi, kapağını tasarladı. Yan yanalık Gide’in Dostoyevski’sinde, Sartre’ın Sözcükler’inde, Edebiyat Nedir’inde, Yabancının Açıklanması’nda sürdü.
Daha sonra, yakın dostumuz Halil İbrahim Bahar’ın kesesinden çıkarılan Soyut dergisinin mutfağı, Sait’in “beton otlaklar” içindeki odasıydı.
Bütün bu ilişkiler boyunca Sait’in, Exupéry’nin öğüdünü en kusursuz, hem de alçakgönüllüce yerine getirdiğine tanık oldum: giyimi, saçı başı, davranışları, elini kolunu sesini kullanma biçimi gerçekten aksoylu’ydu. Özü sözü birdi, bir tutarlılık anıt gibiydi. Babası, olasılık-gereklilik sonucu Maden soyadını alırken en doğru seçimi yapmış doğrusu: Sait, özündeki “maden”i kusursuz biçimde çıkarıp işledi ömrü boyunca.
Baudelaire’en Lorca’ya, Nerudak’dan Aragon’a, Octavia Paz’dan Mayakovski’ye, Cendrars’tan adı sanı duyulmamış ozanlara dek, bir kucak seçkin yaratıcının türkülerini Türkçe söyledi yıllardır, sabırla. Bu iğne oyası bugün de sürüyor.
Son küreselleştirme-sömürgeleştirme bunalımı patlak verene dek, yılların verdiği birikimle, deneyimle hem kendi şiirlerini, hem çevirdiklerini gönlüne göre tasarlayıp dizdirip bastırabilme aşamasına geçti; birkaç yıl önce TÜYAP Kitap Şenliği’de, “Çekirdek Yayınlar”ın ufacık bölmesini gördüğümde gerçek bir sevinç yaşamıştım; tam da “İyi Şeyler Yayıncılık”ın karşısındaydı ve Sait’in kitapları herkesi kıskandıracak düzeydeydi.
Exupéry’nin güzelim öğüdü doğrultusunda, bütün sanat dallarının sonunda bizi asıl sanata, yaşama sanatı’na hazırlaması gerektiğine inanırım.
Sait Maden, işte bu sanatın canlı örneklerinden biridir: yıllardır, her daldan sanatçı ve yazarın tersine, kimse meyhanelerde görmemiştir onu. Kitapların adadığı “Üç Can”la, eşi, kızı ve oğluyla kucak kucağa, yazacağı ya da çevireceği şiirlere yatırmıştır dirimsel enerjisini.
Cumhuriyet, çok yerinde bir seçimle, “Ayın Şiiri”ni seçmeyi Arif Damar ustaya bırakmış; Adam Sanat’ın Ekim sayısında okuduğum Şiirin Dip Suları’nın bu ayki seçimi haklı olarak kazandığını görünce, hem Sait, hem inandığım ilkeler adına yürekten sevindim. Demek ki alçakgönüllülük, tutarlılık, soyluluk, geç de olsa, günün birinde değerlendiriliyordu.
Bu yılki Kitap Şenliği’nde, bir ömrün bilgeliğini kucaklamak üzere, onlara ayrılan bölüme uğradığımda, her zamanki çelebiliğiyle şiirlerini armağan etti bana; tutarlılık anıtı dedik ya, kitapların hiçbirinde yaşamöyküsü ya da fotoğrafı yok: yapıtın kendisi yetiyor.
Kendinize armağan vermek istiyorsanız, Adam Sanat’ı ya da Cumhuriyet’i bulup bir kez daha okuyun o süzme balı.
Ben yalnız sonunu anımsatacağım:

Evet, şimdi sivri, sert
taşlara sürtünerek gideceksin. Mağara
gibi bir yer orası. Bir uğultu var, evet,
ateşböcekleri var, gözler var, ara ara.

yanıp sönen…Güç adım atıyoruz yapışkan
çamura bata çıka…Ansızın ilerde kan
rengi yapraklarıyla yükselen bir ağaç, ve,
üzerinde bir yığın insan yüzü, tek meyve…
Korkma, yolun sonuna az kaldı. Şu burgacı
aşınca kurtuluruz.
- Neydi bu sözcük?
- Acı!

Evet, ozanın derinden duyduğu “acı”ya yakılmış en güzel ağıt!

Cumhuriyet, 7 Kasım 2001.

OKTAY SİNANOĞLU

OKTAY SİNANOĞLU


Mürşit Balabanlılar’ın yönettiği İş Bankası Ekin Yayınları,Emine Çaykara’nın hazırladığı bir kitabı bastı:Türk Aynştayn’ı Oktay Sinanoğlu.
Sinanoğlu,sözün en gerçek,en dolu anlamında bir Atatürk çocuğu: Mustafa Kemâl gibi Rumelili,Kavalalı;Nüzhet Haşim Sinanoğlu ile en eski Anadolu ailelerinden birinin kızı Rüveyde’nin çocukları.Ana da baba da okur yazar,yetenekli,ilerici.
Atatürk,Mussolini’nin çevireceği dolapları öğrenmek üzere,Nüzhet Haşim'i Bari’ye başkonsolos olarak gönderiyor;Oktay orada doğuyor,25 Şubat 1935’te.
Doğal olarak önce İtalyanca,sonra Fransızca öğreniyor;2.Dünya Savaşı çıkınca yurda dönüyorlar ve l941’de Nüzhet Bey ölüyor;yetişmesi,bundan sonra,annesine kalıyor.
Mustafa Kemâl,yazgısında,bir kez daha dolaysız boygösteriyor:ortaöğrenimini,Atatürk’ün 1928’de kurduğu Türk Eğitim Derneği’nin Yenişehir Lisesi’nde tamamlıyor.1956’da,Berkeley Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nü birincilikle bitiriyor.Ardından,8 ayda ünlü Amerikan Üniversitesi MİT’i tamamlayıp Yüksek Kimya Mühendisi oluyor.1960’da,Yale Üniversitesi’ne “Yardımcı Öğretim Üyesi” olarak atanıyor.1962’de,26 yaşında,tam yetkili öğretim üyesi oluyor.Amerika’da ilk ödülünü alıyor.1964’te,ODTÜ’ne danışman profesör oluyor;eğitimin Türkçe yapılması gerektiğini anlatıp yazmaya başlıyor.
1966’da,TÜBİTAK’ın ilk bilim ödülünü alıyor.
Türkiye’nin çeşitli yerlerinde,aralıklarla,Yaz Okulları,bilimsel toplantılar düzenliyor;bu yöndeki çalışması aralıksız sürüyor.
Yalvaçların en çapkınına yakıştırılan ünlü sözü bilirsiniz:Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?
Oktay Sinanoglu,yöredaşı Mustafa Kemâl gibi,evreni oluşturan temel yasaları,bunları inceleyen matematik,doğabilim,dirimbilim,kimya ve benzeri anabilim dallarını derinlemesine bildiği için,yukarıda belirttiğim gibi, işin özünü daha 1964’te kavramış: bir insan topluluğunun kişilikli,bağımsız bir ulus oluşturabilmesi için,bilimi,sanatı,siyaseti anlatabileceği bir dilinin olması gerekir;sömürgeleştirme,köleleştirme,bugünkü gibi,önce DİL’in yozlaştırılıp yokedilmesiyle başlar.
Bu yüzden,Türk Dil Kurumu’nu kurup bize dilimize,dolayısıyla benliğimize kavuşturan Atatürk’ün ardından giden Sinanoğlu da bu evrensel mantığın gerektirdiğine dört elle sarılmış;Türkçe’mizin bilim-sanat-siyaset dili olabilmesi için sözlükler hazırlamış,konuşmalar yapmış,yazılar yazmış, yazıyor;bu alanda bıkıp usanmadan savaşıyor.
Andığım kitapta,düşünsel-dilsel serüveninin bütün ayrıntılarını bulabilirsiniz.
Bugün başımıza örülen çorapları,yurdumuzu bekleyen tehlikeyi en görenlerden biri olduğu için,tam bir bilim-gönüladamı dürüstlüğüyle hiç sözünü esirgemiyor.Küçük bir örnek vereyim:
“Eskiden,Sağlığı Koruma Kurumu’nda,çocuk yaşta bir araştırmaya tanık olmuştum;kan alınacağı zaman,atın burnuna kocaman bir mandal geçiriliyordu.Sonra doktor,boynuna kocaman bir iğne daldırıp kan alıyordu.Zavallı atın olup bitenden haberi yok;burnu çok duyarlı olduğu için,aklı fikri burnunda;kadınının alındığının farkına varmıyor.İşte durum bu.”
Küresel sömürü bundan daha iyi anlatılabilir mi?
Kendi kendine saz çalmayı öğrenen,Karacoğlan,Yunus Emre,Pîr Sultan Abdal ve Āşık Veysel’den türküler söyleyen;açıkdenizlerde yelkenliyle dolaşan;hem Doğu,hem Batı uygarlığını gönül gözüyle tanıyıp yaşamına katmaya çalışan Oktay Sinanoğlu’nun yaşamöyküsü,Sevil’le benim gibi, sizi de sözün gerçek anlamında varsıllaştırabilir,havalara uçurabilir;ardından,acı da olsa,daha bilinçli birer Anadolu Türk’ü,aynı zamanda katıksız dünya yurttaşı olarak yeryüzüne indirebilir.
Bu konuyu,bu sıradışı insanı seçip söyleşen,sonra kâgıda döken Emine Çaykara’yı da,kitabı basan Mürşit Balabanlılar’ı da yürekten alkışlıyorum.

Cumhuriyet,21.11.2001

BAĞIŞIKLIK VE KANSER

BAĞIŞIKLIK VE KANSER


Henri Laborit, Davranışların Öyküsü adlı kitabında şu yalın saptamayı yapıyor:Canlı varlığın birinci ereği,varolmak,varlığını sürdürmektir.
Sayfamız ekin sayfası;ama varlığımız,canımız sürmüyorsa,ekin,sanat olabilir mi?Dolayısıyla ben,aslında bütün öbür sanat dallarının YAŞAMA SANATI’nı ,canlı kalma sanatını öğrenip uygulamaya yaradığına inanırım.
Uzak akrabalarımız beyaz fareler üzerinde şöyle bir deney yapılmış:yan yana iki kafes,aralarında küçük bir kapı:bölmelerin birine fareyi,öbürüne yiyeceği koymuşlar.Fare yiyeceğin korusunu almış,küçük kapıdan geçip yemiş.
Sonraki aşamada,yiyeceği koyarken,ışıklı ve sesli bir uyarı düzeneği yerleştirmişler;fare bu kez,o uyarıyı görüp işitince seğirtip yiyeceğe kavuşmuş.
Ardından uyarıları yapmış,küçük kapıyı açık bırakmış,fareciğin yiyecekli bölmeye geçmesini beklemiş,sonra kafesin tabanına akım vermişler;yiyecekle (ödülle) birlikte canı yanan (cezaya çarptırılan) hayvan,bir iki denemenin sonunda,sesli-ışıklı uyarıyı duysa,ara kapı açık bırakılmış olsa da,yerinden kıpırdamaz;dahası,gidip kafesin ortasına çöker olmuş.Bu çökme belli bir süre uzayınca da,yavaş yavaş kulakları düşmüş,tüyleri dökülmüş,miğdesinde yaralar açılmış.
Bu son aşamaya gelmeden önce,kafesinin kapısı açılıp içeri ikinci bir fare bırakılınca,hemen yeni gelenin tepesine çullanmış,tiftiğini attırmış;bir bakıma,şimdiki durumumuz:hepimiz,kafesleri oluşturanın,bize akım verenin,bin türlü cezaya çarptıranın kendi elimizle oluşturduğumuz kurulu düzen olduğunu unutuyor,boşu boşuna,en yakınımızdaki bireylere saldırıyoruz.
Farede,eylemin bir işe yaramadığını anımsatan bellek,elbet bizimki gibi;bellekse,dirimbilimdeki son doğal-kimyasal bulgulara göre,iç ve dış ortamda oluşan enerji değişimlerinin sonucunda içdengemizde ortaya çıkan denge değişikliğinin sinirlerimiz ve beynimizdeki gözelere (hücrelere) önbesiler (proteinler) aracılığıyla işlenen,orada ömür boyu kalan izlerden,anılardan başka bir şey değil.
Öbür canlı varlıklar gibi,insan için de,enerji değişimleri sonucu iç ve dış ortamda oluşan denge bozulmasını düzeltmenin iki yolu var:kaçmak ya da eyleme,savaşıma girmek.
Bu iki yolda da,sinirlerle beyin,işbirliği,eşgüdüm içinde,kimi örgenleri kullanarak kimi önlemler alıyor:bütün iç-dış uyarılar hipotalamusa gönderiliyor;o kendisinde ya da beynin öbür kesimlerinde saklanan deneyimlerin ışığında,varlığın kaçması ya da savaşması için gereken önlemleri alıyor;kimi kas ve sinirlerdeki etkinliği,dolayısıyla o örgenlerdeki kan dolaşımını arttırıyor ya da azaltıyor.
Ama eylemin işe yaramadığı,yaramayacağı başından belliyse;varlık,önüne çıkan sorunu kaçarak ya da savaşarak aşamayacaksa,gergin bir bekleyiş (hepimizin bayıldığı Batı diliyle STRESS) başlıyor;gergin bekleyiş çok uzun sürerse,hipotalamus,başyardımcısı hipofizi uyarıyor,ayrıntısını adı geçen kitapta bulacağınız bir salgı çıkarttırıyor;bu salgı,böbreküstü bezine bir buyruk gönderiyor;o da,kaçış ya da kavgada kullanılmak üzere,adrenalin ve kortizol üretiyor;eylem sırasında çok işe yarayan bu iki içsalgı, eylemsizlikte zehire dönüşüyor;hele kortizona dönüşen kortizol,canlı varlığın ayakta kalabilmesinin temel dayanağı bağışıklığı TAM ANLAMIYLA çökertiyor.
Bağışıklığın çöküşünden sonra,bütün iç ve dış saldırılara açık oluyorsunuz:alın size miğde yaraları,mikrop kapmalar,kanbasıncı bozukluğu,en sonunda da kanser.
Şimdiye dek sinir bozukluğunun,gerginliğin,tinsel çöküşün hastalıkların oluşumunda çok etkili olduklarını sık sık okudum elbet,ama Laborit’nin kitabında bunun kimyasal-dirimsel oluşum sürecini bulunca her şey pırıl pırıl aydınlandı.
Çağımızın en yıkıcı hastalığı olan aids ya da başka kanser biçimleri hâlinde karşımıza çıkan denge yitimi konusunda,şimdiye dek,Bağışıklık Dizgesi’nin önemini bilen,önemseyen,onu canlandırmaya çalışan üç kişi tanıdım yurdumda:Dr Ziya Özel (Türkiye’de değeri bilinmediği,dahası,hekimlik yapması yasaklandığı için,şimdi zakkum özünü ABD’de geliştiriyor;yakında,dolarla oradan satın alırız!);Kanserden Korkma,Modası Geçmiş Tedaviden Kork adlı kitapta prostat kanserini yenişinin öyküsünü anlatan,çeşitli televizyon kanallarında bu bilginin yayılması için canını,ününü,bilgisini ortaya koyan Dr İlhami Güneral; son olarak da,herim olmadığı hâlde,adı geçen iki hekim gibi yardımcı ilâç bile kullanmadan,bağışıklığın önemini eksiksiz kavrayıp salt beslenmesini,yaşama biçimini değiştiren,bugün ışıl ışıl bakışlarla minyatürler yapan,sergilere koşan,edindiği evrensel bilgiyi insan kardeşlerine seve seve dağıtmak üzere Kanser Derneği’nde canla başla çalışan ressam Mehtap Kardaş.
Canlı varlığın asal ereği canlı kalmak,varlığını sürdürmekse,bu kısa bilgilerin işe yarayacağını ummak isterim.

Cumhuriyet, 5.12.2001

BÜROKRASİDE KADIN YOK”

BÜROKRASİDE KADIN YOK”


Cumhuriyet’in anabaşlığı bu! Bütün öbür haberlerin,başlıkların üstünde;çok doğru bir haber sıralaması:çünkü bugün dünyanın yaşadığı irili ufaklı bütün sorunların altında,bence bu”yokluk” yatıyor.
Peki,kadın bürokraside yok da,toplumu,toplumları oluşturan öbür yapılarda,ailede,derneklerde,yerel ya da merkezî yönetimlerde var mı?
Şu sayılara bakın:vali ya da vali yardımcısı kadın,yok;721 kaymakamın yalnız 7’si kadın;kamu görevlilerinin ancak %33.1’i,öğretim üyelerinin %24.8’i,kurum yöneticilerinin %29.3’ü,yargıçların %l9.7’si kadın.
Çok daha önemli bir kurumda,bütün dünya Kamutaylarındaki kadın temsilci sayısını,hele bakan sayısını vermemiş,verememiş Ebru Toktar.
500 dekanın ancak 49’u,79 rektörün topu topu 3’ü hanım.
Nilgün Şarman’ın Payel Yayınevi’nce basılan bir çevirisinin adı,Tanrılar Kadınken.
Peki,François Jacob’un yine aynı yayınlardaki,kalıtımın tarihçesini anlatan Canlının Mantığı adlı kitabında vurgulandığı üzere,erkeğin dölleme işlevinin bile bilinmediği;dolayısıyla bütün kutsallığın,yaratıcılığın kadına yakıştırıldığı masalsı evreden bugünkü ataerkil karanlığa nasıl geldik?
Engels’in,Wilhelm Reich’ın yapıtlarında özetlendiğine göre,kadınla sarılışmasındaki işlevini yavaş yavaş sezen;kendisine verilen toplumsal konumu güdü ve özlemlerine yakıştıramayan erkek,sanırım kadının analıktan gelen seve seve kayırma,kollama,elindekinin çoğunu sevdiklerine bağışlama eğiliminden dolayı,önce evlenirken getirilen malı mülkü ürünü tekeline almaya girişmiş;bunda,kadının sonradan öldürücü bir suçortaklığına dönüşen özverisi belirleyici olmuş besbelli.Etkiye-tepki dengesini bir kez elden kaçırdınız mı,geri alabilmek için epey kan ter dökmeniz gerekir;nitekim,yaklaşık 10 000 yıldır o masalsı evreye dönebilmek için çabalıyor insanlık.
Üstelik,sözümona bolluk,ona bağlı olarak dağıtılan bilgi ve eğitim arttıkça durum iyileşmiyor; tıpkı gelişmiş-geri bıraktırılmış ülke ilişkilerindeki gibi,ara gittikçe açılıyor.
Sorunu aydınlığa kavuşturmak üzere,başka bir noktaya daha değinmek isterim:kadınla erkeğin dirimsel(cinsel) güçleri arasındaki belirgin eşitsizlik.
Doğa,işlevleri paylaştırırken,zorunu kadına bıraktığı;yavruyu dokuz ay karnında taşıması,bugünkü toplumsal yapılanmada,büyütüp yetiştirmek üzere kimi yerde 20-30 yıl,kimi yerdeyse ömür boyu sırtında taşıması gerektiği için,dirimsel(cinsel) gücün büyüğünü kadına vermiş;söze dökemeseler de,bütün çiftler bu sözün doğruluğunu yaşayarak öğrenmişlerdir:erkek,yüz metre koşucusu gibi göz açıp kapayıncaya dek doyuma ulaştığında,kadın,bir maratoncu gibi,daha ısınmaya yeni başlar.
Görünüşe göre,bütün dinlerin,ak ya da karatölerin temelinde,bu cinsel (dirimsel) güç eşitsizliğinin verdiği asal korku yatıyor.Erkeklerin onu,namusu kendi kafalarında,onun simgesi saydıkları kutsal pipilerinde değil,kadının apış arasında.
Bu çıkmazdan kurtulmanın,dolayısıyla dünyayı yeniden dinginliğe,barışa ,mutluluğa kavuşturmanın yolunu sevgili Mustafa Kemâl çoktan göstermişti:kadınlarını eğitmeyen ulus,erkeklerini tensel-tinsel yalnızlık cezasına çarptırır.
Atatürk’ün bu öğüdünden haberleri bile olmayan bir ana-babanın yalnız ilkokulda okuttukları,ama 8 yaşında,dişi çekilmek üzere götürüldüğü berberde,yöredaşı Fakir Baykurt’un adını işiten,eve gelip kendisini alıp okutması için ona gönderemeyeceği mektuplar yazan,bütün dayaklara yırtıp atmalara karşın bu tutkuyu ömür boyu sürdüren Burdurlu Birnur Şener, cinsel(dirimsel) güç eşitsizliği altında yamyassı olmuş biz erkeklere,Fakir’in Kıyısında adlı kitabında bir öneride bulunuyor:kadınlarınızı elle,dille okşamayı öğrenin.
Tanımlamakta niteleme sıfatı bulamadığım;hani şu uygar(?) geçinen,hepimize tepeden bakan,24 saat insanlık dersleri veren Batılıların elbirliğiyle yarattıkları,yaşattıkları;pipileri yeterince güçlü olamadığı için onların yerine makinalı tüfeklere sımsıkı sarılmış erkek bozuntuları Afgan kadınlarını sokak ortasında patır kütür döverken;töre yasası uyarınca,doğal güdüsünü dinleyerek bir erkeğe sarılmış kadını toprağa gömüp başına taş yağdırırken;ama eğer suçsa,aynı suçu birlikte işleyen kendi cinsdaşının kılına bile dokunmazken;yargı koltuğunda,kadının karnına sıpa,sırtına sopa yakışır diyebilen korkunç varlıklar otururken,yakın erimde pek umut görünmüyor.
Ama,son kadın can vermeden,UMUT KESEMEYİZ!

Cumhuriyet,16.12.2001

SOYGUNDAN ÇAĞDAŞ SANAT MÜZESİ DOĞABİLİR Mİ?

SOYGUNDAN ÇAĞDAŞ SANAT MÜZESİ  DOĞABİLİR Mİ?


Çarşamba akşamı, Fransız kanalı Arte’nin Musica adlı izlencesinde Napoli’yi ve ünlü şarkılarını ele aldılar.
Ölüm ve bereket kaynağı Vezüv’ün eteğinde yaşayan Napoli halkı, Einstein’ın özetlediği evrensel yasayı çoktan öğrenmiş: “her şey gelip geçicidir, görecedir”. Dolayısıyla, içlerinden alçakgönüllüce bir dükkânın önündeki masayı cilâlayan usta şöyle diyebiliyordu:
“Para için değil, yaşamak için çalışıyorum.”
Başka biri de: “Çalışmak kadar, aylaklığın sağladığı düş kurabilme olanağı da önemlidir” diyordu.
Dönüp dolaşıp Molière’in oyunundaki ikilemle karşı karşıya kalıyor insan: “Yemek için mi yaşamalı, yoksa yaşamak için mi yemeli?”
Yeryüzünde insanın insanı, ve asıl erkeğin kadını sömürmesi başlayalı beri, yukarıda değindiğim düş kurabilme olanağının hiçbir anlamı, daha doğrusu gerçekleştirebilme umudu kalmamış.
Halkın dişinden tırnağından arttırdığı paralarla, hani şu ünlü “serbest piyasa” adı verilen çark içinde sağlanan desteklerle açılmış bankalar, kısa sürede, belli ellerde inanılmaz bir artı-değer birikimine yol açtı.
Bu ellerden biri, adının anılmasını hak etmeyen bir Beyin-oğlu kendi bankasında ve öbür kuruluşlarında biriken paranın bir bölümünü, yaptığı soygun çok göze batmasın; dahası, allanıp pullanıp bağışlanır, giderek alkışlanır duruma gelsin diye sanata, sanat yapıtlarına yatırmıştı.
Ressam Adnan Çoker’in inanılmaz harakirisiyle, görkemli bir galeri de açmıştı. İlk ve son sergisini ülkemizin sıra dışı yeteneklerinden Fahrelnisa Zeid’in yapıtlarına ayrılmıştı.
Bu Beyin-oğlu’nun bankası da, İMF sözcüsü başka bir Seçkin’in bu aralar, yine hepimizden çatır çatır alınan vergilerle kurtarmaya giriştiği bankalar arasındaymış.
Eski Cumhuriyet yazarlarından Yalçın Bayer’in geçen gün Hürriyet’teki yazısı bu konuya ayrılmış; Bayer yazısında Mustafa Karasarlıoğlu’nun çarpıcı mektubuna yer vermişti: döndürülen dolaplar, vergilerimizle alınmış değerli yapıtların haraç mezat kapışılması anlatılıyordu.
Derken, bir avuç iyi niyetli insan, söz konusu bankada ya da benzerlerinde biriktirilmiş yapıtların böyle çarçur edilmemesi; toplanıp yıllardır acı acı eksikliğini çektiğimiz Çağdaş Sanat Müzesi’nin çekirdeğini oluşturmakta kullanılması için girişimde bulunmuş.
Doğrusu ben bu konularda sevgili Erol Manisala’nın bulunduğu noktadayım artık: karaya kara, mora mor demenin zamanı geldi; çok ince ayrıntılarına dek hesaplanmış dış kaynaklı bir izlence, Kurtuluş Savaşı’ndan önce becerilememiş olanı gerçekleştirmeye çalışıyor.
Bu koşullarda, hangi parasal-siyasal erk’ten isteyeceğiz talanın, soygunun durdurulmasın? Çarçur edilen kaynakların, o arada sanat yapıtlarının gerektiği gibi değerlendirilmesini? İMF, Dünya Bankası ve yerli uşakları bu isteklerimizi yerine getirir mi, getirebilir mi?
Gelin küçük bir kavram arıtması yapalım:
Şu ünlü “bireysel ya da kamusal vicdan” kavramının Fransızcası “conscience”tır, yâni “ortak-bilim”; Türkçe’nin tadına doyulmaz güzelliğiyle, “bilim”den, “bilinç” doğar. Zaten bilgi, bilim olmadan bilinç olamaz. Öte yandan bilinç-vicdan diye bir ayrım da olamaz, yalnız bilinç vardır.
Öyleyse, bilinçleri aydınlatmanın tam sırasıdır.
Manisalı gibi halkının okuyup aydınlamasına ayırdığı parayı hak etmiş tutarlı, bilinçli kişiler, yapmamız gerekeni her konuşmada, her yazıda yineliyorlar: yeni bir silkiniş, yeni bir Kurtuluş Savaşı.
Sağda solda, ayrıntılarda oyalanmaya vakit kalmadı: asıl sorunu görüp yanılsamasız tanı koyamazsak, bırakın sanatı, göz göre göre canımızı bile alacaklar.
Canımızı kurtarabilirsek, bu yurdun yer altı-yerüstü kaynakları, tasarlanan-tasarlanmaya bütün güzellikleri gerçekleştirmeye, bütün müzeleri açıp donatmaya yeter.

Cumhuriyet, 16 Ocak 2002.

“LEYLÂ GAMSIZ

“LEYL  GAMSIZ

Dışarıdan verilen buyruklarla, Atatürk’ün temelini attığı eğitim dizgesinin DP eliyle çökertilmesinden önce, 1952-55 arısında, Haydarpaşa’da okudum liseyi.
Öğretmenlerim arasında sıra dışı insanlar vardı: Orhan Veli’nin can yoldaşı Nahit Hanım yazın dersimize gelirdi; resim dersindeyse, bir yıl Hulusi Sarptürk, bir yıl da Mehmet Pesen’le diz dizeydik.
Hele diri’nin bilimini, dirimbili okutan, her gün iki dirhem bir çekirdek giyinen, tertemiz yüzlü, kırlı saçlı, hafif kambur , bilge Halit Âvan’ı hiç unutamam; dersi bize tam bir işlevbilim gibi öğretirdi: önümüze, çorbasından tatlısına dek bir tepsi yemek koyar, hadi bunları yiyip sindirmeye başlayın, derdi. Daha önce hangi salgının, hangi örgende, hangi besini özümsetmeye yaradığını öğrettiğinden, bu soru artık ders olmaktan çıkar, yaşam, evren bilgisine dönüşürdü. Değerini şimdi çok daha iyi anlıyorum.
Hulusi Bey, şimdi ayrıntısını unuttuğum bir düzenlemeyle bir küme öğrencisini Beyoğlu’ndaki evine götürdü; Leylâ Hanım’ı ilk kez o gün gördüm: dal gibi, güzel mi güzel bir kadın. Doğrusu, onun de ressam olduğunu algıladığını anımsamıyorum.
Bu iş daha sonra, kendi başıma sergileri gezmeye, resimle sanatıyla ilgili yazıları okumaya başladığım zaman olabildi.
İlk sergisini ne zaman, nerede gördüğümü de unuttum; ama ayrımına vararak izlediğim günden beri renkleri, biçimleri kullanışındaki, birbirine yedirmesindeki ustalığa vurgunum. Sevdiğim öbür sanat dallarındaki ustalar, müzikçiler, ozanlar, yazarlar, bale tasarımcıları gibi, Leylâ Hanım’ın yapıtlarındaki her şey kendiliğindendir, kurmaca kokmaz.
Ayrıca, gönülden vurulduğum benzer yaratıcılar gibi, özüyle sözü, resmiyle günlük yaşamındaki davranışları kusursuz uyum içindedir; resmi de, giyimi kuşamı da, konuşması da süssüzdür, özentisizdir, ama özenli ve yalındır.
Yılbaşından önce kocaman bir paket geldi Antik Galerisi’den; açıp baktık, Galeri’nin sahibi Tevfik İhtiyar’ın bastırdığı Leylâ Gamsız.
Tevfit İhtiyar’ı kimya mühendisliği öğrencisi olarak tanımıştım; meğer o da sanata tutunmuş; bu tutkusunu sonra uğraşa dönüştürdü. Ve sevdasından, sanattan kazandıklarının bir bölümünü yürekten sevdiği Leylâ Gamsız’a ayırmış.
Kitabı edinirseniz göreceksiniz, 1940’larda başlayan resim serüveninde, Bedri Rahmi, Fernand Léger, André Loth gibi ustaların kılavuzluğu, Leylâ Hanım’ın doğuştan getirdiği yeteneğin açılıp çiçeklenmesini kolaylaştırmış.
Daha ilk yıllarda yaptığı karakalem çalışmalar, ilk resimler bile insana sevinç çığlıkları attıracak kadar yetkin.
Bu güzel kitabın metnini Abdülkadir Günyaz hazırlamış.
Kitabın 341. sayfasında bir fotoğraf var; o dönemdeki fotoğrafların çoğu gibi, Fatma Ekeman çekmiş: sevgili Sunan Gönen’in yönettiği Edpa Sanat Galerisi’nde, Sunacığımın bir şölen gibi sunduğu tekil ya da karma sergilerin yaratıcılarını bir arada gösteriyor. O güzelim topluluktan şimdi artık Selim Turan, Burhan Uygur, Salih Acar, Salih Zeki, Fikret Kolverdi, Cihat Burak aramızda değil.
338. sayfadaysa Gamsızları yan yana gösteren bir görüntü: Rumen asıllı Selma ile sanırım Güneydoğulu Dr. Safi’nin yanında, annesinden aldığı yüz, babasından gelen göz güzelliğiyle gülümseyen Leylâ.
Kitabın son sayfalarında, çıplak kadın resimlerini görüyoruz.
Leylâ Gamsız bunları sergilemeye başladığı zaman kopartılan küçük fırtınaları anımsıyorum. Oysa, bunlardan daha şiirsel çıplak kadın resmi görmemiştim.
Leylâ Gamsız’ı, böylesine uzun ir yaşamı böylesine dolu, verimli, sanatseverleri havalara uçurarak geçirebildiği için; Tevfik İhtiyar’ı da, Leylâ Hanım’a ve bize böyle bir kitap armağan ettiği için ayakta alkışlıyorum.
Cumhuriyet, 23 Ocak 2002.

ALİ YÜCE

ALİ YÜCE


Postacım mektupları, gönderileri hep elime teslim eder; bu kez kapıyı açtım baktım, eşikte incecik bir paket, üstünde Ali Yüce’nin tanıdık yazısı. “Aman ne güzel” dedim, “Ali Amcamın yeni bir kitabı.”
Açınca sevincim daha büyük oldu: Ustamın, “Voice Lock Puppet” adlı İngilizce şiirleri. Atlas Okyanusu’nun ötesinden iki sevdalı bulut, dönüp dolaşıp Ali Yüce’nin bahçesine konmuşlar. Basılmış 17 kitabını tarayıp bir güldeste hazırlamış, sonra bunları el ele İngilizce’ye çevirmişler. Bu güzel işi, Türkiye’de doğup Amerika’ya göç etmiş, şu anda Kirtland College’de siyasal bilgiler okutan Sinan Toprak ile deneme, öykü, şiir yazan Garry LaFemina gerçekleştirmiş.
Yazınla uğraşanlar elbet tanır Ali Yüce’yi, gerçek şiirseverler de elbet; ben şimdi biraz daha uzakta kalmış olanlar için özetleyeceğim yaşamöyküsünü; hem de, 1976’da ödül alarak Milliyet Yayınlarında basılmış Şeytanistan adlı romanındaki kendi anlatımıyla:
“1928’de, Hatay ili Yayladağı’nın Hisarcık köyünde doğdum. Doğar doğmaz başladı kavgam. 18 yaşına dek çobanlık, ırgatlık yaptım. Keçileri kurt boğdu; kötü söz yedim, sille yedim. Bir kilo unluk için sabahtan akşama sırtımda taş çektim. Kök söktüm, kazma ile.
Bir hasır parçasının üstünde başladı öğrenimim. Öte dünyayı karış karış dolaştım. Hatay kurulduğu zaman Atatürk’ü öğrendim. Türk olduğumu öğrendim. Öte dünyadan kaçıp bu dünyaya ayak bastım.
Köy Enstitüsü’ne kaçarak gittim Köy yerinden oynadı. ‘Molla Ali gâvur yazılmış’ diye hayıflandılar. Şimdi de sürüp gider bu hayıflanmalar. ‘Eski mektebi okusaydı, şimdi büyük bir müftü olurdu. Yazık etti kendine…’ diyerek acırlar. 1951’de Düziçi Köy Enstitüsü’nü bitirdim. Hatay’ın köylerinde, kasabalarında ilkokul öğretmenliği yaptım. 1960’ta, Gazi Eğitim Enstitüsü’nün İngilizce bölümünü dışarıdan verdim.”
Gördüğünüz gibi, sıra dışı bir yaşamöyküsü. Cicili bicili okullarda, elleri yağda bağda okutulanlar koşa koşa sömürgecilere uşak yazılırken, Ali Yüce, Ruhi Su’yla el ele verip şöyle diyordu Semahlar uzunçalarında:
“Biz Mürselekli Mürselekli kadınlar / Hep geceleri / Tütün dizerik / Acılarımızı dizerik ipe / Acılarımızı abovvv…”
Tütünümüzü de, bütün yer altı yerüstü kaynaklarımızı da, biriktirdiğimiz tüm artıdeğeri de altın tabakta yabancılara sunanlar, bugün bütün Anadolu halkını teker teker ipe dizmekteler, hem de canlı canlı.
Ali Yüce’nin damıtılmış şiirleri hemen bütün kitapçılarda satılıyor, çok şükür. Eğer bu topraklar üstünde yaşamayı bir kez daha hak edeceksek, öfkenizi sevgiyle beslemek üzere hemen edinin onları.
Ben, Sinan Toprak’la Garry LaFemina’nın seçkisinden bir şiiri alayım bu yazıya:
Sevmeyen Ne Anlar
Kendi kalemde sürgünüm / Senden ayrıldığım anlar / Kaç kalesi var gönlümün / Gezmeyenler ne anlar
Kendi çölümde kumum / Seni görmediğim anlar / Boşuna yanan bir mumum / Yanmayanlar ne anlar
Hem yarayım hem tuzum / Seni beklediğim anlar / Yaşam kısa yollar uzun / Gitmeyenler ne anlar
Sever deli gönül sever / Sevda çekilmeye değer / Tatlı bir zehirse eğer / İçmeyenler ne anlar
Sinan’la Garry’ye Cumhuriyet ulaşıyor mu bilmem? Ulaşmasa da, bu soylu ozanı bağırlarına basabildikleri, başka sevenlerle paylaşmaya çalıştıkları için yürekten kutluyorum.
Cumhuriyet, 6 Şubat 2002

ORHAN PEKER

ORHAN PEKER


Tanıdığım en coşkulu insanlardan biri Mustafa Pilevneli’dir; üstelik coşkusu ırk, din, uğraş ayrımı tanımaz: Burhan Uygur’dan, Cihat Burak’a, Orhan Peker’e, kendi dışındaki bütün ustaları aynı içtenlikle kucaklar, hem de ömür boyu.
Orhan Peker’in MR’taki sıra dışı sergisinde buluştuğumuzda aynı temiz, diriltici coşkuyla hemen boynuma sarıldı, başladı Aliye Berger’in resminin öyküsüne. Günün birinde Orhan haber vermiş, şu gün, şu saatte gidip Aliye’nin resmini yapacağım, sen de gel. İyi de, Mustafa o sırada asker, nasıl çıkıp gelecek? Bu onun sorunu. Sonunda bir yolunu bulup gelmiş, buluşmuşlar, kasaptan kocaman kalın sarı bir sargı kâğıdı almışlar, varmışlar Aliye Hanım’ın yanına ve tam 45 dakikada o hayranlık verici resim doğmuş.
Sergiyi gezerken de, Mustafa’nın armağan ettiği kitabı incelerken de, aynı coşkuyu Orhan’da, yapıtlarında gördüm açıkça. Aliye Hanım’la ya da başka bir insanla arasında böyle yoğun bir alışverişin doğması elbette olağan, ama bir karpuz dilimiyle, bir iskemleyle, bir horoz ya da atla, atın başıyla, başlığıyla arasında aynı sevda yaşanmış.
Ruhi Su’nun türkü söyleşini anlatırken kullandığı bir tanım vardı: Bu benim için bir âşk halidir, derdi.
Aynı şey Orhan için de, bütün gerçek yaratıcılar için de geçerli. Atları, üstlerindeki örtüyü, başlarındaki başlıkları, onlardaki süsleri, renklerini tutkuyla sevmiş. Ve bu tutku tam bir renk cümbüşü hâlinde gereçlere yansımış, kullanılan ister bez, ister kâğıt, isterse yazıl çizili bir gazete olsun, sonuç değişmemiş; coşku, olanca coşturuculuğuyla yapıta yansımış.
Aslında her şey yaşamın kendisindeki doğrudan insan sevisindeki gibidir. Eksiksiz çakışma kimi zaman gerçekleşir, kimi zaman gerçekleşmez.
Biz bunun canlı örneğine tanık olduk bir keresinde: Ruhi Su ile Orhan’ın Ayvalık’taki evine gittik, oturup resmini yaptı, ancak kaynaşıp erime, coşkuları kucaklaştırma tasarlanan gibi olmadı, Aliye Berger’deki gibi eksiksiz bir geçişim çıkmadı ortaya.
Ama, daha önce belirttiğim gibi, sergide ve kitapta bu geçişimin eksiksiz yaşandığı örnekler sizi bekliyor; hemen koşup sergiyi gezin, kitabı edinin.
Kumsal iskelesinde kucağında kediyle oturan çocuğun, bir yumurtanın yanında duran kırmızı başlı tuzluğun, kırmızı iskemlenin, kırmızı evin, kıpkırmızı karpuz dilimlerinin, atların başlıklarındaki bin bir rengin hazzını tadın.
Gerçek yaratıcıyla öğrendiklerini ıkına sıkına yinelemeye çabalayanı ayıranı herkes bilir: birincide dünyayla iletişim kendiliğindendir, zorlamasız, kesintisiz akıp gider. Şiir, beste, resim, dans, karşılıklı etkileşim içinde, güneşin doğuşu, tomurcuğun açışı gibi usulca oluverir.
Orhan’ın resimleri, Ruhi Su’nun türküleri, Béjart’ın baleleri gibi, insanda bu tadı, bu doyumu yaratıyor.
Sergide başka bir ustanın, Ara Güler’in Orhan Peker’e duyduğu sevginin görüntüleri de var; bunlar kitaba da alınmış, yaşamöyküsünün her yanına serpiştirilmiş.
Böylece, Aliye Berger’in resmindeki gibi, iki yeteneğin kucaklaşmasıyla benzersiz tatlar oluşmuş.
Evet, sergiye koşarak, kitabı alarak öyle sık rastlanmayan bir armağan verin kendinize.
Cumhuriyet, 20.02.2002

FAKİR BAYKURT’UN ÖZYAŞAMI

FAKİR BAYKURT’UN ÖZYAŞAMI


Okuyup öğretmen olabilmiş iki Anadolu çocuğunun, Mahizer-Selahattin Şimşek çiftinin oğulları Oktay Şimşek olmasa, Fakir Baykurt’un o güzelim yaşamöyküsünü kimse basmaz, gerçek yazınseverler bu değerli yapıttan yoksun kalırdı.
Özüm Çocuktur ile başlayıp Köy Enstitülü Delikanlı, Kavacık Köyü’nün Öğretmeni, Köşe Bucak Anadaolu ve Bir TÖS Vardı ile süren dizinin altıncı kitabı Genç Emekli şu olumsuz yayın-yaşam koşullarında çıkarabilmeyi başardı Oktay.
Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nın köy ve köylüler, daha doğrusu her çevre ve uğraştan gerçek emekçi-üreticiler açısından ikiz kardeşi saydığım yaşamöyküsünün önceki ciltlerini, öncelikle Bir TÖS Vardı’yı okuduysanız, 11 Mart Balyozu’nun ardından içeri tıkılan, bin bir haksız dayanıksız suçlamaya uğrayan, sonunda Elifçe’nin aksütüyle yıkanıp aklanan Fakir’in, görece özgürlüğe kavuştuktan sonra, çilesi bitmiyor elbet; yazarlığını gönlünce yürütebilmek ve halkına sessizce daha yolun başında verdiği sözü tutabilmek için, seve seve seçtiği öğretmenliği sürdürmesine izin vermiyor, öldürülmediğine şükretsin diyorlar besbelli.
Ankara ilindeki köy ilkokullarında denetmenliğe gönüllü aday olduğu hâlde, bin türlü engel çıkarıyorlar; kesintili olarak bu görevini sürdürürken, romanlar, öyküler birbirini izliyor.
Genç Emekli’de, bana benzeyenlerin büyük hazlarla okuyacakları sayısız ayrıntı var; ben ancak bir ikisine yer verebileceğim
Kaplumbağalar’ın tasarlanıp yazıldığı 1962-68 arasında yurdumuzda, dolayısıyla Ankara köyleri arasında motorlu ulaşım henüz ya yok, ya yeni yeni uç veriyor; o yüzden denetçiler köyden köye çoğunlukla yaya, hadi bilemediniz en ayrıcalıklı taşıtla, eşek sırtında gidebiliyorlar. Denetmen arkadaşlarının çoğu bu yüzden ancak yakın köylerde dolaşmayı seçerken, Fakirciğim, her zamanki gerçekçiliğiyle, ilkin kendini ödüllendirmek üzere uzakları yeğliyor; o ırak köyler gidip gelirken yolların, köylerin ıssızlığında, sessizliğinde yapıtlarını tasarlayıp oluşturuyor.
Yollar beller ıssız ve belki tehlikeli ya, denetmenlerin en az ikişer ikişer gezmeleri isteniyor; yardımcı denetmen Rıza Dikenoğlu ile dolaşırlarken, Kızılırmak kıyısındaki Kumurtaş tepelerinin öyküsün dinliyor; çorak bir tepede kurulan bağ, derken tepenin yeşermesi, ilk üzümler, elde edilen şarap, asmaların altında oynaşan kaplumbağalar.
Sonra gelip bağlara el koyan kamu görevlileri, asmalar kesilince çil yavrusu gibi ortalığa saçılan hayvancıkların göz yaşartan öyküsü; roman bu öyküden doğuyor işte.
İlk yazım bittiğinde 500 sayfa; o güzelim açıksözlülüğüyle dediği gibi, Fakir’i bile esnetip uyuklatacak bir uzunluk.
İlhan Selçuk, Cumhuriyet’te basılabilmesi için, biraz kısaltılmışını rica ediyor; Fakir de, sonra temel ilkesi olacak bir tutumla, yalnız bölümleri, tümceleri değil, sözcükleri bile elekten geçirip tam 150 sayfasını yok ediyor.
Arada yığınla acı, yıpratıcı deneyim; iyiniyetli olsa da gerçek bir karara, tasarıya dayanmadığı için yapıcı erkten yoksun yönetimler sırasında girişilen Kültür Bakanlığı atılımları; ilkesiz, tutarsız çalışmalarla çarçur edilen emekler, zamanlar. Çıkarılabilen bir avuç kitabın 1980’den sonra kâğıt hamuruna dönüştürülmek üzere kazana yollanışı.
Bir yandan da, iti ite kırdırmak üzere yürütülen izlence uyarınca, birbiri ardından vurdurulan güzelim insanlar: Bedrettin Cömert’in, Orhan Tütengil’in, Ümit Kaftancıoğlu’nun yanına Fakir’in de uzatılması olasılığı.
Daha Amerika’daki kısa eğitimden dönerken uğradığı Almanya’da, Akçaköy’den, Anadolu’nun bütün köylerinden başlayıp önce yurdumuzun büyük kentlerine, ardından Avrupa’ya uzanan göç dalgasının savurduğu insanlarımızın acılarını, öykülerini kâğıda dökme tasarısı, kararı.
12 Nisan 1979 sabahı, daha önce yaptığı İsveç gezisinden artmış 50 kronla, bilinmeyene yolculuk.
Bu ürkütücü, sonu belirsiz yolculuk o güzelim Duisburg Üçlemesi’ni doğuracak: Yüksek Fırınlar, Koca Ren, Yarım Ekmek.
Küresel yozlaşmanın iyice azdığı dönemde, Fakir Baykurt ışığı çok yararlıdır.

Cumhuriyet, 6 Mart 2002

CEMİL EREN’İN DON QUİJOTE’Sİ

CEMİL EREN’İN DON QUİJOTE’Sİ


Cemil Eren’i nicedir görmemiştim; özlemle koştum Bebek’teki Evin Sanat Galerisi’ne.
İlk sevinci, Cemil’i, 75 yaşında çakı gibi görünce tattım; demek ki kafasında oluşturduğu denge, bedenini ödüllendirmiş. Kuşkusuz türeyim gözelerinde getirdiği gizil güç ilk talihiymiş.
Görüşmediğimiz dönemde, bu dengenin verdiği erinçle, içindeki ve dışındaki dünyada yolculuğu, arayışı sürmüş; o arayışın ayrıntıları biçimlenip renklenmiş, resim olmuş. Cemil de, bütün gerçek resim ustaları gibi, neye baksa imgeye dönüştürebiliyor: kuş, balık, insan, tekne, ağaç.
Her şeyin başı enerji, biliyorsunuz; beyaz da enerjiyi en iyi simgeleyen renk: güneş ışınındaki gibi, Cemil’in bütün renkleri de beyazdan doğmuş, süzülüp gelmiş, resimlere vurmuş.
Benim yazı çıkana dek Bebek’e uzanıp sergiyi görebilecek misiniz bilmem; ama Cemil’in bütün varlığıyla sevdiğine inandığım en dokunaklı oda müziğini andıran yapıtları görüp tatmış olmanızı isterim.
Gölgeleri suya vuran iki balıkçı teknesini, usul beyaz evlerin önünü süsleyen çiçekli ağacı, varla yok arası çizgi ve renklerle yansıtılmış çıplakları, kadın baş ya da gövdelerini görmediyseniz, sizin adınıza çok yanarım doğrusu.
Sergide söyleşirken, Evin’le Ümit’e imzaladığı kitap geldi önümüze; kapağında Don Quijote var. TOYAN kuruluşunun bastığı kitabın metnini yakın dostu Erhan Bener yazmış.
Biliyorsunuz, olasılık-gereklilik ikilisinin önsüz sonsuz bileşimlerinin dışında bir yazgı çizici yok; Cemil Eren’in ömür boyu süren sevdalı arayışları sırasında, elbette okumalar, tutkulu okumalar var.
Daha önce de kucaklaştığı Cervantes’i, 1987 yazında, bir de İspanyol Büyükelçisi Ramon Villanueva Etcheverria getiriyor önüne, bu kez benim Türkçe’mden okuyor Don Qiojete’yi.
“Gökburun’da, dağda okumaya başladım. Don Kişot’un serüvenleri beni öylesine sardı ki, bunları çizmeye başlasam nasıl olur diye düşünmeye vakit bulamadan çizmeye koyuldum. Okuyup çizmekten büyük keyif aldığımı gördüm, devam ettim. Bütün kitabı okuyup çizime elverişli öyküleri kâğıda döktüm. Ardından renkli denemelere başladım.
1977’de Torba’da okurken, mürekkepbalığının mürekkebiyle neler yapabilirim düşüncesiyle defterlerimden birine iki desen çizmiştim. On yıl sonra desenlere bakınca gördüm ki, yeni çizilmiş gibi duruyorlar. İlk Don Kişot çizimlerimi o doğal mürekkeple yeniden çizmeye başladım.”
Mürekkepten boyaya, başlı başına bir sergi oluşuyor sonunda. Aralık 91’de, Ankara’da Emlakbank Sanat Galerisi’nde sergiliyor; hak ettiği ilgiyi görüyor; ardından, zamanın Kültür Bakanlığı, sergiyi 1992’de İspanya’da açılan Expo 92’ye götürmeyi kararlaştırıyor.
Böylece Cemil’in ömür boyu süren içten arayışlarından biri, en sevindirici sonuca ulaşıyor.
Cemil Eren’le yan yana bulunma fırsatına kavuşmuş olanlar tanıktır: sesine, saçına, davranışlarına yansıyan yumuşaklık, yukarıda sözünü ettiğim iç dengeden ötürü, evrensel yaşam enerjisini sevgi biçiminde duyumsayıp yansıtabilmesinden geliyor. Burada sevgi, gelmiş geçmiş, yaşayan bütün evrensel birlik yandaşlarının verdiği anlamdadır. Yalnız insanı içermez; evrendeki bütün varlıkları, varoluş biçimlerini kapsar.
Kitaba konmuş örnekler, vitraylar, soyut resimler, portreler, balıkçılar, güvercinler, horozlar, köylüler, Mevleviler, keçiler bu sözümü doğruluyor. Cemil baktığında, iskorpit balığıyla ahşap kapı aynı çarpıcılıkla şiire dönüşüyor.
Merzifonlu bir müezzinin önce asker okuluna gönderilmiş oğlu, ne mutlu ki dar yakalı giysilerden tam zamanında kurtulup şu güzelim tülümsü çizgilerin, renklerin ozanı olabilmiş.
Onunla Don Quijote yolculuğunu el ele yapmış olduğuma öyle sevindim ki!

Cumhuriyet, 20 Mart 2002.
DİL KUYUMCUSU NERMİ UYGUR

Ruhi Su, “türkü söylemek benim için aşk hâlidir”, derdi.
Bu, deneme yazarken Mermi Uygur için de geçerlidir, hem de dolu dolu. Dille söyleşmiyor, düpedüz sevişiyor. “Türk demek, Türkçe demektir” diyen Atatürk’ü doğrulamak, sevindirmek üzere.
Yapı-Kredi, bütün öbür etkinlik ve yayınlarının içinde, Nermi Bey’in toplu yapıtlarının basımını da usul usul sürdürüyor. Son olarak Ustamızın “Çağdaş Ortamda Teknik”ini yeniden bastı Bütün Yapıtlarına Doğru dizisinde. İlkin 1989’da basılmış bu denemeler, günlük, çağdaş yaşamımızda uygulayımın (tekniğin) yerini her yönüyle irdeliyor.
Uygulayımdan kimin ne kadar sorumlu olduğunu ele aldığı Çeşit Çeşit Sorumluluklar adlı denemesinde, Ne Kadar Sorumlu? diye soruyor, sonra dil yordamıyla şu yanıtı veriyor.
“Herkesi teknikten aynı biçimde, aynı oranda, aynı derecede sorumlu saymaya kalkışmak hiç de doğru bir şey olmaz. Gerçekliği çarpıtan bir tutum bu. Ayrıca, yol açtığı haksızlıklar nedeniyle pek çok karşıkoymalar; böylece, yararsız tartışmalar boşandırır. Öyle ya; atom bombasını ne yapan, ne attıran, ne de atan benim – atom bombası yüzünden ne diye sorumlu tutulayım? Auschwitz’e hiç mi hiç bulaşmadım – ne diye oraların yükünü taşıyayım…Ancak, herkesin yeri, durumu, zamanı, yetkisi, yetkesi, görevi olanağı çerçevesinde bir teknik sorumluluğu olduğunu söylemek zorundayız.”
Bir soru daha yöneltiyor kendi kendine: Nasıl Sorumlu?
“İnsan bir şey yaptığında ya da yapmadığında, eylemleriyle, eylemlerinden ötürü sorumlu teknikten. Çoğu kez, tekniği aşan, daha doğrusu teknikle birlikte başka töre eylemlerine dönüşen etkinlikler içinde insan. Yanbakışını beğenmediği için, elindeki çekici karşısındakinin kafasına fırlatıp yaralayan biri, yalnızca bir âleti kullanmış değildir; olumsuz diye nitelenen bir ahlâk, hukuk, töre davranışında bulunmuş, belli bir yargı ya da yoruma da neden olmuştur. Çekiç fırlatmak rastlantısal bir örnek, kuşkusuz; içkili içkili arabayı kalabalığın içine sürmek; ekmeğe, yağa, şekerlemeye sağlığa zararlı maddeler katmak; gelir kaygısıyla piyasaya korkunç yanetkili ilâçlar sürmek – bütün bunlar tekniği içeren, ama teknikle başlayıp teknikle bitmeyen sayısız eylemden birkaçı.
Böylece, tekniğe ilişkin bir sorumluluk, insanı bütünüyle saran bir eylem sorumluluğu olarak ortaya çıkmakta; bu da, çoğun, teknik eylemin, öbür eylemlerden daha az önemli, daha az ağırlıklı bir insan göstergesi kılığına bürünemeyeceğine açık seçik tanıklık etmekte.
Şimdi, bu son bildirilenlerin ışığında şöyle bir saptamada bulunmadan geçemeyiz: kimimizde tuhaf bir izlenim uyandırsa da sarmaşdolaş ahlâk ile teknik. Bu birliktelik. Hem teknik hem ahlâk, birbakıma, devrimsel bir değişikliğe uğruyor. Teknikten soyutlanmış bir ahlâk yaşamı yok artık insan için. Yalnız yüce değer ve eylemleriyle değil; maddesi, nesnesi, işlevi, kullanımıyla tekniği de hesaba katmak zorundadır.Bu iç içe-giriş, geniş ve derin değişimlere götürmekte ahlâkı. Benzer durum teknik için de geçerli; ahlâkla iç içe girmekle, teknik, salt ‘mekanik’ bir kesim olmaktan çıkıp genişlik ve derinlik kazanmakta; buysa insan yaşamını belki daha zor, ama çok daha renkli, zengin ve yaşanır kılmakta.”
Bu sorunlar kafamda dolaşınca, son zamanlarda hep Molière’in ünlü sözü geliyor usuma: “yemek için mi yaşacağız, yaşamak için mi yiyeceğiz?”
Henri Laborit, birbirinden değerli kitaplarında, işte bu temel sorunu irdelerken, kanımca son derece yalın, kaçınılmaz bir sonuca varıyor: insanlık, uygarlığı yeniden tanımlama noktasına gelip dayandı; ya tüketim, para uğruna şu güzelim gezegeni ve üzerindekileri harcayacağız, ya da evrenin bize ödünç verdiği usu başımıza toplayıp bu çılgın gidişe son vereceğiz.
İçlerinden tek bir simgeyi bile alsak, şu bir ya da birkaç kişiyi taşıyan araba’nın kanserli çoğalması; yürüyebilmesi için gerekli benzini sağlamak üzere petrol yataklarına el koymak için açılıp sürdürülen savaşları durdurmaya karar veremezse, kendine bilen maymun adını yakıştırmış bu kırılgan yaratık, güneş dizgesi doğal ömrünü tamamlamada, kendi ipini çekecek.

Cumhuriyet, 24 Nisan 2002

NEŞ’E ERDOK

NEŞ’E ERDOK


Cihat Burak, Simurg dizisinin kendisine ayrılan bölümünde: “resmin anası da babası da, karakalem çizimdir”, diyordu.
Neş’e Erdok, bunun en somut, en coşturucu örneklerinden biridir.
Karşısanat Çalışmaları Galerisi’nin odalarını dolduran resimlerinin hatırı sayılır bölümü karakalem çizimlere ayrılmıştı. Ve işin en güzel yanı, kimi büyük, kimi renkli resimlerin yanına karakalem çalışmaları da konmuştu: böylece resimseverler ilk taslakla bitmiş resim arasındaki ilişkiyi, evrimi kolayca görebiliyordu.
Ne’e Erdok, ister Esma, Nesrin, Ali Kemâl gibi belli bir insanı, ister toplulukları betimlesin, resimlediği kişinin bireysel özelliklerini yalın, ama çarpıcı çizgi ve renklerle yansıtmayı, ayrıca onlara imgelemenin zenginliklerini katmayı başarıyor.
Ustası, çoğu kez, artık aralarında yaşamadığı köy ya da gecekondu insanlarını ele alırdı; Neş’e ise dolaysız çevresinden, her gün aralarında yaşadığı insanlardan seçiyor kişilerini.
Küresel soygundan ötürü, bir süredir sokaklarımızı, caddelerimizi süsleyen akordeoncu kızlarla oğlanlar önemli bir yer tutuyor bu kez gözleyip resmettikleri arasında. O güzelim varlıkların, kızlarla oğlanların yüzlerinde, gözlerinde, Neş’e’nin kendi soylu, onurlu kederi var hep. Onları betimlemekte kullanılan renklerin uyumunu tadabilmeniz için sergiyi birkaç kez gezmeniz, kataloğu da edinip uzun uzun, ince ince bakmanız gerekir.
“Kızıltoprakta’ki Çiçekli Kadın”da bir küme insan, küçükler, büyükler, köpekler var; kişilerin, hayvanların yerleştirilişi, renkleri kusursuz; kusur ne demek, tam anlamıyla haz verici, coşturucu.
Bütün soylu insanlar gibi, kimseyi bulamazsa, kendini çiziyor ya da üzerinde çalıştığı insanın yanına kendini de koyuyor resmine; “ressam ve modeli”, “ressam ve modelleri” adlı çalışmalar, benim öteden beri yürekten inandığım bir ilkeye uygun: “sanatta dışarıdan eleştiri işe yaramaz, yapılması gereken özeleştiri’dir”.
Neş’e Erdok bunu eksiksiz yerine getirmiş, getiriyor: kendine bakarken en küçük bir kayırması yok, aynı sevecen, ince alaycı, kederli bakış yürürlükte. Bu da insana başka bir haz veriyor doğrusu.
Aynı gerçekçi, ödünsüz, ama sevecen bakış yaşlı kadınları betimleyen resimlerinde de geçerli: yaşlanmanın, usul usul çöküşün bütün acılarını yakalayıp yansıtmış.
“Adahan Oteli”ndeyse, sanırım yaşadığı somut yerlerden yola çıkıp düşlerindeki yumuşak, masalsı dünyaya götürüyor bizi.
Sergiyi gezip çıkarken, Bilim-Sanat Galerisi’nin 1997’de bastığı kitabını armağan etti.
Kitabın metnini Mehmet Ergüven yazmış, görsel tasarım Nazmi Aslan’ın.
Burada da yine kendi resimleri, yakın dostlarının ya da okumalarından kalan izlenimlerin, sevip saydığı sanat-düşün insanlarının yansımaları var; Gölköy’de geçirdiği yazdan unutulmaz resimler doğmuş. Son sergisindeki akordeoncu kızlarla oğlanların yerini, kitapta gece ya da gündüz, karşıya geçerken bindiği gemilerdeki sıradan insanlarımızın görüntüleri almış. “Gece Vapuru”, İstasyonda Sabah” gibi resimleri görmeniz, yine uzun uzun, ince ince bakmanız gerekir.
Sanırım tren yolculuklarından birinin armağan ettiği “Ağbi Gayzte!”deki gazete isteyen çocuk, çevresindekiler, sözün gerçek anlamında, sessiz, sözsüz bir çığlık!
Neş’e Erdok, doğrusu, “yurdumdan insan görüntüleri”ni, bu kavramı ülkemize ve insanlığa armağan etmiş ustası Nâzım’a çok yakışan biçimde yakalayıp yansıtmayı sürdürüyor.
Yerli yerinde kullanılan bir yetenek, duyarlılık!
Önce ne mutlu Neş’e’ye, ardından bize!
Sırası gelmişken, koca bir alkış da Bilim-Sanat Galerisi’nin ve yayınlarının yaşatıcısı Nevzat Metin’e.
Ekrem Kahraman’ın AKM’deki sergisini gittiğimde masanın üstüne baktım, gözüme inanamadım: sayısını bilemediğim kadar kitap duruyor önümde. Hepsi bir yorumcumuza ayrılmış, özenli, yetkin. Ne kadar önemli, nasıl değerli!
Yaşasın ömrümüzü renklendirenler!

Cumhuriyet, 8 Mayıs 2002.