8 Ocak 2013 Salı

ŞAKİR PAŞA’NIN ÇİÇEKLERİ

ŞAKİR PAŞA’NIN ÇİÇEKLERİ


Yazılarımdan herhangi birini okumuş olanlar, Demokritos’un şu sözünü sık sık andığımı bilirler: “Evrendeki her şey, rastlantı (olasılık) ve gerekliliğin ürünüdür.”
Şimdiye dek okuyabildiklerim içinde, evrenin oluşum ve işleyişini bundan daha iyi anlatan söze rastlayamadım.
Cumhuriyet okurlarına kavuşmam da bu ikilinin, Memet Fuat’ın sıcacık sanat yuvası De Yayınları’nda tanışıp yoldaş olduğum Egemen Berköz’ün kişiliğinde buluşmasının sonucudur.
Aynı ikili, Şakir Paşa ailesinin oluşumunda da çok belirgin biçimde gözleniyor; ağacın iki yüzyılı kapsayan dallarında bir sürü çiçek açmış; bunlardan beşi şu anda iki galeride, Galeri Nev’de ve Kâzım Taşkent’te sanatseverlere sunuluyor.
Nev galerisi, çiçeklerden Nejat Devrim’e kucak açmış; Yapı-Kredi’yse öbür dört benzersiz varlığı anımsatıyor.
Füreya-Fahrünnisa (Fahrelnisa) Zeyd-Aliye Berger üçlüsünü uzun uzun anlatmaya gerek var mı? Şu ana dek koşmadınızsa, hemen koşun Galatasaray’a, bir daha kim bilir ne zaman yinelenecek o eşsiz şölenin tadına varın.
Üst saloncukta, Halikarnas Balıkçısı’ndan anılar var.
Sergiyi ve “Son Bin Fen/Halikarnas Balıkçısı’nın Sarmal Yaşamı” adlı kitabı tasarlayıp hazırlayanlar, duvarlara, yakın dostlarından kimisinin sözlerini asmışlar.
Bunların arasında sevgili ustam Sabahattin Eyuboğlu’nunki, bütün öbür söz ve yazıları gibi, beni evrensel özümden sarstı:
“Bilmeyene zor anlatılır Balıkçı’yı dinlemenin ne demek olduğu. Derin mağaralara kapatılmış rüzgârın birden boşanıvermesi gibi konuşur desem edebiyat sanırsınız. Ama gerçekten bir rüzgâr olur Balıkçı konuşurken. Yıllar yılı içinde birikmiş yıldızlı karanlıklar, masalı ve gerçeğiyle Akdeniz, yaşanmış, tadılmış mavilikler, bir başka türlü yeşil deniz dipleri, bütün bunlar içinde öpülesi, dövülesi, övülesi, sövülesi insanlar, yaratan ve sömüren insanlar Balıkçı’nın ciğerinden palas pandıras, üfürüle tükürüle, çevrile savrula dökülür ortalığa.”
*
“Dünyanın sisini pusunu ne temizler? Poyraz, bir; Balıkçı’nın merhabası, iki”
Dirimsel enerjinin sanat, sevgi, coşku gibi sözcüklerle dile gelişini, getirilişini bu satırlardan daha iyi, daha dolu nasıl anlatabilirdik?
İki büyük coşku ustası, evrenin kendilerine ödünç verdiği enerjiyi insan kardeşlerine “güzel duyusal sevgi” olarak dağıtırlarken birbirlerine işte böyle sarılmışlar.
Ben onlardan yalnız birinin, Sabahattin Eyuboğlu’nun yaşamına katılabildim canlı olarak; ve dünyamızın, Wilhelm Reich’ın çarpıcı saptamasıyla “duygusal vebaya yakalanmış” insan kardeşlerimizin bilgisiz, bilinçsiz, dolayısıyla acımasız elleriyle nasıl göz göre göre öldürüldüğünü gördüm.
Bu iki “gerçek evren çocuğu”, hem yaşadıkların barındırdığı uygarlık birikimini, hem “insan”, daha doğrusu “canlı” paydasında buluşan varlıkların binlerce, milyonlarca yıllık kalıtını öldürmek değil, yaşatmak üzere, ömür boyu, yılmadan, küsmeden, yüksünmeden hepimize dağıttılar.
Kâzım Taşkent’teki sergiyi gezerken resimlerle, seramiklerle, özgün baskılarla, fotoğraflarla, alıntılarla onların ölümsüz özü doldu içime, ışıdım, birkaç saatliğine de olsa ayaklarım balçıktan kurtuldu.
Anadolu tarihinin, insanlık tarihinin bir döneminde bu güzelim çiçekleri açtıran Şakir Paşa ailesine de; onları doğurup yaşatan uygarlıklar beşiğine de teşekkürler ettim.
Ve elbet, kendi kazdığı kuyunun dibinde debelenen tüketim toplumunun bilmem kaç yüzyıldır göz diktiği bu güzelim topraklarda görece rahat bir soluk almamızı sağlayan; bu sergideki çiçeklerin açabilmesini sağlayan eşsiz yıldız Mustafa Kemâl Atatürk’e de.

Cumhuriyet, 26 Eylül 2001

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder