ŞAKİR PAŞA’NIN ÇİÇEKLERİ
Yazılarımdan herhangi birini okumuş olanlar, Demokritos’un şu sözünü sık sık
andığımı bilirler: “Evrendeki her şey, rastlantı (olasılık) ve gerekliliğin
ürünüdür.”
Şimdiye dek okuyabildiklerim içinde, evrenin oluşum ve işleyişini bundan daha
iyi anlatan söze rastlayamadım.
Cumhuriyet okurlarına kavuşmam da bu ikilinin, Memet Fuat’ın sıcacık sanat
yuvası De Yayınları’nda tanışıp yoldaş olduğum Egemen Berköz’ün kişiliğinde
buluşmasının sonucudur.
Aynı ikili, Şakir Paşa ailesinin oluşumunda da çok belirgin biçimde
gözleniyor; ağacın iki yüzyılı kapsayan dallarında bir sürü çiçek açmış;
bunlardan beşi şu anda iki galeride, Galeri Nev’de ve Kâzım Taşkent’te
sanatseverlere sunuluyor.
Nev galerisi, çiçeklerden Nejat Devrim’e kucak açmış; Yapı-Kredi’yse öbür
dört benzersiz varlığı anımsatıyor.
Füreya-Fahrünnisa (Fahrelnisa) Zeyd-Aliye Berger üçlüsünü uzun uzun anlatmaya
gerek var mı? Şu ana dek koşmadınızsa, hemen koşun Galatasaray’a, bir daha kim
bilir ne zaman yinelenecek o eşsiz şölenin tadına varın.
Üst saloncukta, Halikarnas Balıkçısı’ndan anılar var.
Sergiyi ve “Son Bin Fen/Halikarnas Balıkçısı’nın Sarmal Yaşamı” adlı kitabı
tasarlayıp hazırlayanlar, duvarlara, yakın dostlarından kimisinin sözlerini
asmışlar.
Bunların arasında sevgili ustam Sabahattin Eyuboğlu’nunki, bütün öbür söz ve
yazıları gibi, beni evrensel özümden sarstı:
“Bilmeyene zor anlatılır Balıkçı’yı dinlemenin ne demek olduğu. Derin
mağaralara kapatılmış rüzgârın birden boşanıvermesi gibi konuşur desem edebiyat
sanırsınız. Ama gerçekten bir rüzgâr olur Balıkçı konuşurken. Yıllar yılı içinde
birikmiş yıldızlı karanlıklar, masalı ve gerçeğiyle Akdeniz, yaşanmış, tadılmış
mavilikler, bir başka türlü yeşil deniz dipleri, bütün bunlar içinde öpülesi,
dövülesi, övülesi, sövülesi insanlar, yaratan ve sömüren insanlar Balıkçı’nın
ciğerinden palas pandıras, üfürüle tükürüle, çevrile savrula dökülür
ortalığa.”
*
“Dünyanın sisini pusunu ne temizler? Poyraz, bir; Balıkçı’nın merhabası,
iki”
Dirimsel enerjinin sanat, sevgi, coşku gibi sözcüklerle dile gelişini,
getirilişini bu satırlardan daha iyi, daha dolu nasıl anlatabilirdik?
İki büyük coşku ustası, evrenin kendilerine ödünç verdiği enerjiyi insan
kardeşlerine “güzel duyusal sevgi” olarak dağıtırlarken birbirlerine işte böyle
sarılmışlar.
Ben onlardan yalnız birinin, Sabahattin Eyuboğlu’nun yaşamına katılabildim
canlı olarak; ve dünyamızın, Wilhelm Reich’ın çarpıcı saptamasıyla “duygusal
vebaya yakalanmış” insan kardeşlerimizin bilgisiz, bilinçsiz, dolayısıyla
acımasız elleriyle nasıl göz göre göre öldürüldüğünü gördüm.
Bu iki “gerçek evren çocuğu”, hem yaşadıkların barındırdığı uygarlık
birikimini, hem “insan”, daha doğrusu “canlı” paydasında buluşan varlıkların
binlerce, milyonlarca yıllık kalıtını öldürmek değil, yaşatmak üzere, ömür boyu,
yılmadan, küsmeden, yüksünmeden hepimize dağıttılar.
Kâzım Taşkent’teki sergiyi gezerken resimlerle, seramiklerle, özgün
baskılarla, fotoğraflarla, alıntılarla onların ölümsüz özü doldu içime, ışıdım,
birkaç saatliğine de olsa ayaklarım balçıktan kurtuldu.
Anadolu tarihinin, insanlık tarihinin bir döneminde bu güzelim çiçekleri
açtıran Şakir Paşa ailesine de; onları doğurup yaşatan uygarlıklar beşiğine de
teşekkürler ettim.
Ve elbet, kendi kazdığı kuyunun dibinde debelenen tüketim toplumunun bilmem
kaç yüzyıldır göz diktiği bu güzelim topraklarda görece rahat bir soluk almamızı
sağlayan; bu sergideki çiçeklerin açabilmesini sağlayan eşsiz yıldız Mustafa
Kemâl Atatürk’e de.
Cumhuriyet, 26 Eylül 2001
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder