7 Temmuz 2013 Pazar

TURGUT UYAR




TURGUT UYAR


            “O güzelim atlara binip gitmiş  o güzelim insanları”güzelim Türkçemizin gök kubbesinde bıraktıkları hoş sedalarla anmayı sürdürelim.
            Turgut Uyar’la güzeller güzeli yoldaşı Tomris Uyar’ı da elbet De Yayınları’nda Yeni Dergi aracılığıyla tanıdım; Turgut’un şiirlerini, Tomris’in  de gerek çevirilerini, gerek yazılarını basardı sevgili Memet Abimiz.
            Yazın dünyasının bütün öbür benzersiz yıldızları gibi, onların da can dostları arasına katılma mutluluğunu yaşadık, evlerinde kim bilir kaç geceyi paylaştık; sonra önce Turgut’un, epey sonra da olsa, ardından Tomris’in gidişiyle yüreklerimiz dağlandı; şimdi hepiniz gibi, biz de geride bıraktıkları inanılmaz derecede hoş sedalarla avunmaya çalışıyoruz.
Turgutçuğumun önce, 1949 yılında basılmış ilk kitabı Arzı-ı Hâl’den bir şiir seçiyorum:
GARİP ANADOLUMUN DAĞLARI

Garip Anadolumun dağları,/ Dağların efendileri, ağaları. / Güzelsiniz, ulusunuz, hoşsunuz. / Dört mevsim içinde dört mevsim kışsınız. / Garip Anadolumun dağları, / Dağların efendileri, ağaları…
İyi kalpli, anlayışlı, gösterişsiz, / Fakir köylerimi beklersiniz. / Bazen yolsuz korsunuz, yoksuz korsunuz, / Haritada bile ne heybetli durursunuz. / Fakir Anadolumun dağları, / Ramanlarım, Nemrutlarım, Süphanlarım,/ Verecek bir şeyim yok ise gönlümden başka, / uğrunuzda, üstünüzde kalsın kanlarım..
Garip Anadolumun dağları,/ Dağların efendileri, ağaları./Oy, dağlar, garplı dağlar, şarklı dağlar, / Türkülü, şarkılı dağlar.
…….
Ardınızda yâr  ağlar…
            1962’de basılmış Tütünler Islak’tan bir şiir:
ÇOK ÜŞÜMEK

Bir Kalır uzun resimlerde anısı sakallarımızın/ Urban içinde Üşüyüp Üşüyüp kaldığımızın
Bir Kalır yanık yağlar kokusu şehirlerde / Uzun nehirlere binip uzaklaşmadıkça
Bir Kalır yabancı yataklarda o oteller / Meydanlar heykeller sizin olmadığınız her yer
O çok yalınç gerçekli gelip gitmeler
Bir Kalır uzun duvarlar ve onların dipleri / Bir Kalır Yılgın Adamların hep “Evet” dedikleri
Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız / Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız
Tükenir dağınık diriliği kaşıntımızın bir gün / Bir Kalır uzun kitaplarda anısı çok Üşüdüğümüzün.
            1982’de basılmış Kayayı Delen İncir’den:
BİR METİN NASIL YAZILMALI
tomris için bir öykü yazılacaksa / o öykü güzel bir öykü olmalı / kendi verdiği deftere el yazısıyla / topraktan çıkarılmış bir el yazısıyla / taze bir yazı / gümüş para gibi eski ama / Güzel bir öykü nasıl yazılır? / işte bir soru. / Önce kurttan kurtlardan söz etmeli galiba / yaşlanmaya koşuşan genç ve derin soluklu kurtlardan / bir balığın adı geçebilir sonra / nasıl bir balık? / yenmeyen. / sonsuz giysisiyle bir adabarbunyası / kandökücü bir denizaygırı ile birlikte / hiç söz etmemeli polyesterden plastikten / ama / bir damla kemiği hiç unutulmamalı / keyifle eti sıyrılacak / elbet sonra rakı da / susuz ve imkânlı / bir ev: / çatısı unutulmuş / bir kedi! / patileri tüylü toprağa basmamaktan / ama şişman onurlu / tembel ve yeşilli . / bir çocuk! / sarı kafalı / inatçı, güzel ve ağırkanlı / Aritmetikte yanlış yapılabilir / İmlâda asla!...
bir ayı girmelidir öyküye / ayıcı, ayıcının yedeği ve palavracı bir çocukla birlikte / vaktin bir yaz günü akşamüstü olduğu unutulmamalı / bir resim! / kırmızı ve mavisi bol / hınzır bir su terazisi / (suyu tartmadığından/ bu gerekmeyebilir / seki de gerekir, bilmiyorum ki.) / ama öyle mengene desimetrik sibernetik / ve çamaşır makinası kesinlikle olmamalı. / Evet! eksiksiz bir deniz ve gökyüzü / başkişileri öykünün / nerden geldikleri belli olmayan / - uyrukları da belli değil - / kalın ya da ince hiçbir manto konulmamalı öyküye / ama uzak şapkalardan / uzak aşklardan uzak anıştırmalar bulmalı / öyle bir kentin en kesin saatlerinde bile / bir çiçekle bir kuşun varlığı gibi / iğne iplik kesinlikle giremez öyküye / teyel meyel ilik düğme hakeza / Alkol kendiliğinden girer / en alımlı biçimleriyle / ve hiç çıkmaz / çıkmasın varsın / Ölüm / olsa da olur olmasa da / ama güzel bir ölümse / şaşkın bir ölümse yaşamaktan/ ya bir geyikse ölüm / ne olursa olsun / o bir parantezle çıkar aradan / yeri sonra saptanır / tarihte ya da coğrafyada / yani hayatla birlikte / nasıl biter öykü, bitmeli: / tomris gelir ya da başka birisi / bir tabağa çorba koyar tencereden / ama kesinlikle üçler kepçeyi / dolunay gider / kesin kuşlar ve çiçekler hüzünlenir / yani gece olur bir bakıma / haziran iğdelerde koyu koyu demlenir / kiracılar ve ev sahipleri ve mobilyacılar uyurlar / gemi adamları suları kesip evlerine giderler / ve öykü biter.

            O iki güzel varlığın ikisi de gitti, bereket şiir, öykü bitmedi!
                                                                       Güncel Mersin, 7 Temmuz 2013

BEHÇET NECATİGİL




BEHÇET NECATİGİL


            Aralarında ecelerin ecesi Elisabeth’in de bulunduğu 12 soyguncu aile güzelim mavi gezegeni hallaç pamuğu gibi attırırken uçsuz bucaksız evrende toz kadar yeri olmadığını unutmayan, ve çıldırmak istemeyen biz ölümlüler için tek sığınak sanattır, şiirdir.
            Bugün de şiirimizin başka bir ustasına, alçakgönüllülüğün, efendiliğin canlı simgesi Behçet Necatigil’e kulak verelim; Yapı Kredi yayınlarının bastığı, Ali Tanyeri  ile Hilmi Yavuz’un hazırladıkları Şiirleri’inden seçiyorum okuyacaklarınızı.

HALTERCÜMESİ

                                               Yılların çarmıhında vücudumu günler,
                                               Taşa tuttu.
                                               Çivilenip kaldı ufkumda,
                                               Mevsimler var, yağmur bulutu.

                                               Kapalı kaynar tencerem bilinmez,
                                               Et mi pişer, dert mi pişer.
                                               Çağırmadılar ki beraber gidelim,
                                               Gittiler birer ikişer.

                                               Hâtıralar bana gelmekte,
                                               Tamamen aldanmışlar.
                                               Bir sır gibi ele verdi beni
                                               Kuyularda kalmışlar.

                                               Ümitlerim, ne var ne yok, bitti;
                                               Nöbete geçti korkular.
                                               Üstüme çevrilen aydınlıklar içinde,
                                               Gece- - beni kurtar!
                                                                                                                      1940.
ŞAYET AŞK

                                               Şayet aşkın tohumu
                                               Düşmüşse gönlüne
                                               Suyunu esirgeme,
                                               Aşkın hakkını yeme.
                                               Pişman olursun ömrünce.

                                               Sana gölge verecek dallar
                                               Fışkırır ancak gençlikten,
                                               Büyüt bu fidanı ey genç
                                               Hazır yeşermişken!

                                               Ne demek istediğimi
                                               Ömrünün ortalarında
                                               Ansızın anlarsın
                                               Alkol kana yayılınca.
                                                                                                                      1948.
İDAM MANGASI

                                               Yüzlerce karşınızda
                                               Anlamak hangi birini
                                               Çıkarın aradan
                                               Gereği düşünüldü
                                               İdam!

                                               Belki suçsuz kurtulurdu
                                               Sırada dosyalar var
                                               Yakınlıklar uzakta
                                               İdam!

                                               Dostluklar, evlilikler, gizli sevdalar
                                               Çok
                                               Seçilir rastgele biri
                                               Çıksın aradan
                                               İdam!

                                               Sonradan pişmanlıksa
                                               Katlanırız vakit yok
                                               Yok olsun birinden biri
                                               İdam!

                                               Yerimde başkası
                                               Olsa unutmak
                                               Benden beter beni
                                               İdam!
                                                                                                                      1978.
ATATÜRK’Ü DUYMAK

                                               Ulu rüzgârlar esmedikçe
                                               Yaşamak uyumak gibi.
                                               Kişi ne zaman dinç
                                               Dalgalanırsa bayrak bayrak gibi.

                                               Ne var şu dünyada ekmekten daha aziz?
                                               Sürdüğün tarlalarda sevginle serpildik,
                                               Ekmek olmak için önce
                                               Buğday olmak gibi.

                                               Silinir sözlüklerden sen hatıra geldikçe
                                               Cılız sözler: usanmak, yorulmak, durmak gibi.
                                               Kuvvettir yaptıkların her yeni yetişene,
                                               Bir ışık-kaynak gibi.

                                               En yakınlar zamanla fersahlarca uzak gibi:
                                               Bir sen varsın kalacak, bir sen ölümsüz.
                                               Daha da yakınsın, daha da sıcak.
                                               Bıraktığın toprak gibi.

                                               Kaç Türk var şu dünyada, bir o kadar susuz:
                                               Hepsinin gönlünde sen; bir pınar bulmak gibi.
                                               Ancak senin havanda sağlıklar, esenlikler;
                                               Olmaya devlet cihanda Atatürk’ü duymak gibi.
                                                                                                                                 1979.
            Canım güzel soylu Ustacığım, ne büyük talih seninle aynı topraklarda doğup yaşamış olmak!
                                                                                  Güncel Mersin,Edebiyat G. 3 Temumz 2013.
                                  
                                                                                                                                                        
                       

RUHİ SU




RUHİ SU


            Çeviriye, 1963 yılında, sevgili dostum, benim gibi Edebiyat Fakültesi’nde, ama Felsefe Bölümü’nde okumuş, ancak toplumcu olduğu için kamuda iş bulamamış, Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nda, Elif yayınevini yaşatan sevgili Arslan Kaynardağ’ın istediği Jean Wahl’in Varoşçuluğun Tarihçesi ile başladım; o sırada Tuzla’da yedeksubaydım; teğmen olan Ergin Ertem beni De Yayınları yöneticisi  Memet Fuat’la tanıştırdı; ona 1964 yılında, ilkin Sartre’ın Baudelaire’ini, ardından yazara o yılın Nobel Ödülü’nü kazandıran Sözcükler’i çevirdim. Böylece yazın dünyasına adım atmış oldum.
            Geri dönüp baktığımda, 1964 yılının ömrümde gerçek bir dönüm noktası olduğunu görüyorum şimdi; De Yayınevi’nde tanıdığım ozanlar yazarlar, çevirmenler arasında sevgili Cevat Çapan  da vardı; henüz şiirleri yayınlanmıyor, o da benim gibi çeviriler yapıyordu; bir gün beni Bebek’teki evlerine çağırdı; eşi Gönül’le birlikte yiyip içer müzik dinlerken, bir ara makaralı teybine – o günlerde İstanbul’da pek ender kişilerde vardı bu aygıt – bir makara taktı, az sonra ses yükseltenden gümbür gümbür bir ses fışkırdı; ilk kez duyuyordum bu sesi, Ruhi Su imiş; o yıla dek ne radyoda ne de plaklarda dinlemediğim, eğitimle bir sesle söylüyordu; sözün gerçek anlamında çarpıldım.
            O günden sonra dört gözle arar oldum elbet; Demokritos’un değindiği olasılık-gereklilik ikilisi değdirdi sihirli değneğini: Fransız Dili Yazını Bölümü’nde çeviri derslerimize gelen bilge Sabahattin Eyuboğlu ile kardeşi Bedri Rahmi’nin Karadenizli bir dostları Karaköy’deki Tatlıcılar Han’ın alt katında, küçük bir dairede, sevgili Ruhi Su dostlarıyla buluşabilsin diye ayarlama yapmışlar; oraya koştum hemen yakınlarımla; şimdi  anımsamıyorum, orada tam anlamıyla diz dize dinlediğimizi Büyük Usta’yı; Sevil de ben de tam anlamıyla vurgunduk; Ruhi Bey de bu içten coşkuyu hemen algıladı, can dostumuz oldu; oradan ayrılıp başka gece kulüplerine sığındığında, hep yanındaydık; 1971’de Türkiye ilk Gladyo balyozunu yediğinde, iki Ustam da, Ruhi Su da, Sabahatin Eyuboğlu da gözaltına alındı; Sabahattin Bey  ne yazık ki bunu canıyla ödedi, çektirilen üzüntüye dayanamadı, yüreciği duruverdi; neyse ki Ruhi Bey, öldürücü vuruşu yiyeceği 1980’e dek yanımızda kaldı.
            Ancak onun da minicik gece kulüplerinde sevenlerine seslenmesi bile yasaklandı; bunun üzerine, Evinç-Mekin Dinçer  çiftiyle bir çözüm yarattık: bir hafta onlarda, bir hafta bizde toplanmaya başladık; şimdi plakçılarda bulabildiğiniz yoğunçalardaki (cd’lerdeki)  türkülerin büyükçe bölümü böylece kayda alınabildi – ne büyük armağan değil mi?
            Sevgili Ruhi Bey, ikinci balyozun etkisiyle kansere yakalandı; artık türkülerini çalıp söyleyemez oldu; bunun üzerine, 70’li yıllarda daha çok Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınladığı şiirlerini, biricik öğrencisi, çırağı Sümeyra Çakır’ın söylediği unutulmaz bir türkünün ardından, eskiden türkülerini derlediği küçük aygıta okudu yorgun sesiyle; olasılık gereklilik ikilisinin işbirliğiyle öldüğü 1985’te Adam Yayınları’ında yayın yönetmenliği yapan sevgili Cevat Çapan’ın son derece özenli bir kitap hâline getirdi Ezgili Yürek’teki şiirleri Zeybekler  yoğunçalarında bulabilirsiniz.
            Şimdi oradan birkaç şiirini paylaşalım:
SEFERBERLİK
Eli silah tutanların gidişiydi bu/ Rediflerin, vay anam kur’asının.
 Çalgıların da insanlar gibi / Zort zort edeni var / Zom zom gideni var. /uyandım davulun bağnazlığına / Davulun, trampetin / Gerilmiş derilerin muştusuna / Serferberlikti bu, karşı durulmaz.
Bir sesim vardı benim / Bin sesim olsa n’olacak / Çocukların sesiyle adam vurulmaz / Kim getirdi  bu savaşı ekmeğin beyazlığına.
Şimdilerdeki gibi anımsarım / İkiz bebeklere benzerdi ekmekler / Püren çalısında pişer / Püren balı gibi kokardı / Biz oldum olası ekmekle doyarız da / Çocukluğum geldi aklıma.
Hep savaşlardan mı kaldı bu yoksulluk / Seferberlik derlerdi, ben de bulundum içinde. / Pelit, ekmek ağacı / Harnup, pekmez ağacı, bal ağacıydı bizim Güney’de / Çocuklar ya çok azdı, ya çok ağlamazdı. / Ya da ağlamaya vakit kalmazdı. / Hastalık lekeli humma / İlaç kınakınaydı / Gitsin, gitsin de gelmesin / Çocukluğum geliyor aklıma.
                                                                                                                      Şubat  1977.

GÖRÜNEN

Almanya’da topraklar / Aynı bizimki gibi / Ağaçları görgüsüz cahil / Ne Beethoven’i bilen var ne Spartakistler’i / Nerde dünya durdukça duran / Çınarlar bizimki gibi.
Bir adam gördüm Frankfurt’ta / Noel ağacının dibinde / Kasketini açmıştı gözleri yerde / Yoksulluğu utancı aynı bizimki gibi.
Memleketim diye kucakladı işçilerimiz bizi / Biri ağladı usul usul boynumda durdu / Uykuda kalmış da sanki yüzleri /  Bıyıkları aynı bizimki gibi.
Ellerim ayaklarım gibi buldum / Hiçbir şeye şaşmadım da / Neden takılıp kaldı aklım / Bizim bebelere Almanya’da / Adları kalmış / Söylenen bizimki gibi.
                                                                                                                      Aralık 1977.

IRMAK

Ağaç demiş ki baltaya / Sen beni kesemezdin ama / Ne yapayım ki sapın benden / Bak şu ağacın bilincine sen / Ölen ben öldüren benden
Bunca analar ağlayıp durur da / Akıp gider gelinciklerden / Kör midir sağır mıdır bu ırmak / Ölen ben öldüren benden
Her yerde böyle olmuş bu / Önce dağa taşa ağaca söyletmiş halk / Sonunda sabahın bir yerinden / Uyanıp ayağa kalkmış ırmak / Ölen ben öldüren benden.
                                                                                                                                 1978.
İNSAN VE EMEK

Bir sergiyle geldi bahar / Ne don vurur, ne meyve verir / Öylece bir çiçek düşlemesi / Ne güzel bir oyun değil mi canım / Taşlara bakan gözün çiçeği görmesi
Benim memleketimde bugün / Kırk bin elli bin liradır / Resmin metre karesi / Ve dillere destandır canım / Turan Erol beyazıyla Bodrum’un mavisi.
Bir gece kulübünde bugün / Kırk bin, elli bir liradır / Bir Zeki Müren dinletisi / Ve elbette güzeldir canım / Emeğin değerlendirilmesi
Ama benim memleketimde bugün / İnsan kanı sudan ucuz / Oysa en güzel emek insanın kendisi / Kolay mı kan uykularda kalkıp / Ninniler söylemesi
Belki bu nedenle , yazık / Asılmış gibi durur / Asılmış gibi kederinden / Duvarlarımda resim Çalgılarımda müzik

                                                                                                                      Mayıs l978.
            Ah canım Ruhiciğim ahhhh!
            Yalnız bizde mi? bütün dünyada öyle şimdi.
                                                                                  Güncel Merin, Edebiyat Galerisi,5 Temmuz 2013.

3 Temmuz 2013 Çarşamba

METİN ELOĞLU





METİN ELOĞLU


            Sık sık yinelerim, biliyorsunuzdur, bence öğrenebileceğimiz bütün öbür sanatlar sonunda hepsinin toplamı olan YAŞAMA SANATI’na ulaşmamızı sağlar.
            Üstünyetenekli dediğimiz insan kardeşlerimiz bu ustalığı doğarken gözelerinde getirirler; onların en benzersizlerinden biri olan Mustafa Kemâl; Çanakkale’de gündüzleri kurnaz, boyunsuz sömürgeci uşağı Churcill’in  üstümüze saldığı gariban Anzaklar ile vuruştuktan sonra, geceleri çadırında, kandil ışığında, roman okurmuş “ruhu sertleşmesin” diye; biz de gittikçe kana bulandırılan dünyamızda kendimizi zombileşmekten korumak üzere gelin Metin Eloğlu’nda birkaç şiiri yeniden okuyalım.
            İlk şiirini ilk kitabından seçtim:
DÜDÜKLÜ TENCERE

                                   Pazarları daha gündüzden,
                                   Aşçıbaşı, aklını başına devşir;
                                    Börekler kızaracak nar gibi;
                                   Kıymalı, ıspanaklı, peynirli…
                                   Sonbahar, yağmuru oluklarda,
                                   Çüşbalığı haşlanacak!

                                   Mesela zamkinülzarefe yemeğinin
                                   Akşama yetişmesi lâzım, başın darda.
                                   Al eline şu nesneyi,
                                   Dibini bir güzel yağla,
                                   Sovanını da doğra, düt! Desin;
                                   Bir  tutam tuz, bir tutam kimyon;
                                   Şıpın işi pişiverir.
                                   Baksanıza göbek atıyor,
                                   Beylere selam, hanımlara selam!
                                   Çengi misin be gâvur icadı,
                                   Düdüklü tencere misin?

DEDİKODU

                                    Kadın şimdi birisini bekliyor
                                   Zannederim para babası
                                   Bu bekârlık çekilmez doğrusu
                                   Herifçioğlunun kanına girmek gerekiyor
                                   Yan oda sandık odası
                                   Soyunmuş dökünmüş anakuzusu
                                   Çamaşırı kirli de onu değişiyor
                                   Gıdı gıdı hanımısı.

                                   Dolapta üç beş kuruş parası
                                   Aferin sana ölü Ahmet karısı
                                   Belli mi bu hayatın ötesi
                                   Bak millet yaşıyor
                                   Komşunun kırk odalı hanesi
                                   Herif eşek yükü erzak taşıyor
                                   Hanımın hizmetçisi küçükbeyin dadısı
                                   Tüyleri yoluk bobi çilhoroz pisipisi
                                   Bir lokmaya el pençe divan hepsi
                                   Aklına esen sövüp sayıyor.
                                  
                                   Bu sokak Üsküdar’ın neresi
                                   İnsan dedikoduyu alışıyor.

            “Yumuşak G”’deki şiirlerinin her birini bir dostuna adamıştı; bunlardan Edip Cansever’’e  adadığını en başa koymuş:

A

Şu yabanıl hergeleler var ya;
- hergele, yabanıl at anlamındadır zaten-
Diyeceğim, dündüyse bir güzelim taya bindim;
Ne koşum, re gem, dizgin, yular, üzengi, eyer de ne?
Hergele koşuntusunun kıtlığına kıran mı girdi; afallamaktır
            işim.

At nemize? diyeceksiniz;
At-mat değil ki söz konusu ettiğim, çağ şimdilerinde;
İnsanoğlu basbayağ.

Yumuşak G’yi – uyakça ola- ilk Dıranas değerlendirmişti;
O çoğumuzun pek sevdiği yapayalnız şiirinde.

            Bir ara yakın yaşama talihine ermiştik, yazık ki yavaş yavaş hastalandığı dönemde; o günlerde şiirlerinden birini de bana ayırmış, öfkesi soylu dostumuz.

D

Kunt, arı/duru,berk
Kırlangıç ibiğinde rüzgâr izi
Tek, ağırca, dik
Kini bomboş
Us közü, yürek tınazı, hız
Diş diş, yoğun
Pençe kök gibisine
İrikıyım, çağ dirisi
Kıldan ince/kılıçtan keskin
Gez-göz-arpacık
Kıvılcımlar kördüğümü ve tetik
Tan tipisi
Ak kan
Çil çil, ilkyazlar gümeci, kuşul
Koçanımsı da, dikenliçiti andıran
Okkalı, silme onur, kundak kokusu,
Dikkafalı bir keçiyolunda
Da.

Öbür adı şiir gövdesi.

            Bir şiir de “Rüzgâr Ekmek”ten okuyalım.
TA/Tİ

                                               Dostlarım değil, dostları hayın.

                                               Felekçe bir denizden
                                               Karşı tınaza vardık
                                               Kum gibiydi gök
                                               Sesi genizden.

                                               Ağaçlara tırmanalım
                                               Öylesine bir tasa var
                                               Yumurtlamasa n’olur
                                               Karıncalanıyor elim

                                               Komşu muyduk nedense
                                               Şişede sülük yoktu
                                               İstanbul’u kim ekti
                                               Yağmurlar hünsa

                                               Sonra çivilendi topaç
                                               Sevişmeyi severiz ya
                                               Haşim’le Nâzım’ı..aa
                                               Şiir de güç, çağ da güç.

                                               Anlamla oynamayın.

            Aman Metincim,  dediğine bak! Şimdi biz anlamla da, yaşamla da korkusuzca oynuyor, her şeyi alt üst ediyoruz, nasılsa ölümsüzlük bizi bekliyor.

                                                                                  Güncel Mersin, Edebiyat Galeris,2 Temmuz 2013.