RUHİ SU
Çeviriye,
1963 yılında, sevgili dostum, benim gibi Edebiyat Fakültesi’nde, ama Felsefe
Bölümü’nde okumuş, ancak toplumcu olduğu için kamuda iş bulamamış, Beyazıt
Sahaflar Çarşısı’nda, Elif yayınevini yaşatan sevgili Arslan Kaynardağ’ın istediği Jean
Wahl’in Varoşçuluğun Tarihçesi ile başladım; o sırada Tuzla’da
yedeksubaydım; teğmen olan Ergin Ertem
beni De Yayınları yöneticisi Memet Fuat’la tanıştırdı; ona 1964
yılında, ilkin Sartre’ın Baudelaire’ini,
ardından yazara o yılın Nobel Ödülü’nü kazandıran Sözcükler’i çevirdim. Böylece
yazın dünyasına adım atmış oldum.
Geri
dönüp baktığımda, 1964 yılının ömrümde gerçek bir dönüm noktası olduğunu
görüyorum şimdi; De Yayınevi’nde tanıdığım ozanlar yazarlar, çevirmenler
arasında sevgili Cevat Çapan da vardı; henüz şiirleri yayınlanmıyor, o da
benim gibi çeviriler yapıyordu; bir gün beni Bebek’teki evlerine çağırdı; eşi Gönül’le birlikte yiyip içer müzik
dinlerken, bir ara makaralı teybine – o günlerde İstanbul’da pek ender
kişilerde vardı bu aygıt – bir makara taktı, az sonra ses yükseltenden gümbür
gümbür bir ses fışkırdı; ilk kez duyuyordum bu sesi, Ruhi Su imiş; o yıla dek ne radyoda ne de plaklarda dinlemediğim,
eğitimle bir sesle söylüyordu; sözün gerçek anlamında çarpıldım.
O
günden sonra dört gözle arar oldum elbet; Demokritos’un
değindiği olasılık-gereklilik ikilisi değdirdi sihirli değneğini: Fransız
Dili Yazını Bölümü’nde çeviri derslerimize gelen bilge Sabahattin Eyuboğlu ile kardeşi Bedri Rahmi’nin Karadenizli bir dostları Karaköy’deki Tatlıcılar
Han’ın alt katında, küçük bir dairede, sevgili Ruhi Su dostlarıyla buluşabilsin diye ayarlama yapmışlar; oraya
koştum hemen yakınlarımla; şimdi
anımsamıyorum, orada tam anlamıyla diz dize dinlediğimizi Büyük Usta’yı;
Sevil de ben de tam anlamıyla vurgunduk;
Ruhi Bey de bu içten coşkuyu hemen
algıladı, can dostumuz oldu; oradan ayrılıp başka gece kulüplerine
sığındığında, hep yanındaydık; 1971’de Türkiye ilk Gladyo balyozunu yediğinde,
iki Ustam da, Ruhi Su da, Sabahatin Eyuboğlu da gözaltına alındı;
Sabahattin Bey ne yazık ki bunu canıyla ödedi, çektirilen
üzüntüye dayanamadı, yüreciği duruverdi; neyse ki Ruhi Bey, öldürücü vuruşu yiyeceği 1980’e dek yanımızda kaldı.
Ancak
onun da minicik gece kulüplerinde sevenlerine seslenmesi bile yasaklandı; bunun
üzerine, Evinç-Mekin Dinçer çiftiyle bir çözüm yarattık: bir hafta
onlarda, bir hafta bizde toplanmaya başladık; şimdi plakçılarda bulabildiğiniz
yoğunçalardaki (cd’lerdeki) türkülerin
büyükçe bölümü böylece kayda alınabildi – ne büyük armağan değil mi?
Sevgili
Ruhi Bey, ikinci balyozun etkisiyle
kansere yakalandı; artık türkülerini çalıp söyleyemez oldu; bunun üzerine,
70’li yıllarda daha çok Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınladığı
şiirlerini, biricik öğrencisi, çırağı Sümeyra
Çakır’ın söylediği unutulmaz bir türkünün ardından, eskiden türkülerini
derlediği küçük aygıta okudu yorgun sesiyle; olasılık gereklilik ikilisinin
işbirliğiyle öldüğü 1985’te Adam Yayınları’ında yayın
yönetmenliği yapan sevgili Cevat Çapan’ın
son derece özenli bir kitap hâline getirdi Ezgili Yürek’teki şiirleri Zeybekler
yoğunçalarında bulabilirsiniz.
Şimdi
oradan birkaç şiirini paylaşalım:
SEFERBERLİK
Eli silah tutanların gidişiydi
bu/ Rediflerin, vay anam kur’asının.
Çalgıların da insanlar gibi / Zort zort edeni
var / Zom zom gideni var. /uyandım davulun bağnazlığına / Davulun, trampetin /
Gerilmiş derilerin muştusuna / Serferberlikti bu, karşı durulmaz.
Bir sesim vardı benim / Bin sesim
olsa n’olacak / Çocukların sesiyle adam vurulmaz / Kim getirdi bu savaşı ekmeğin beyazlığına.
Şimdilerdeki gibi anımsarım /
İkiz bebeklere benzerdi ekmekler / Püren çalısında pişer / Püren balı gibi
kokardı / Biz oldum olası ekmekle doyarız da / Çocukluğum geldi aklıma.
Hep savaşlardan mı kaldı bu
yoksulluk / Seferberlik derlerdi, ben de bulundum içinde. / Pelit, ekmek ağacı
/ Harnup, pekmez ağacı, bal ağacıydı bizim Güney’de / Çocuklar ya çok azdı, ya
çok ağlamazdı. / Ya da ağlamaya vakit kalmazdı. / Hastalık lekeli humma / İlaç
kınakınaydı / Gitsin, gitsin de gelmesin / Çocukluğum geliyor aklıma.
Şubat 1977.
GÖRÜNEN
Almanya’da topraklar / Aynı
bizimki gibi / Ağaçları görgüsüz cahil / Ne Beethoven’i bilen var ne
Spartakistler’i / Nerde dünya durdukça duran / Çınarlar bizimki gibi.
Bir adam gördüm Frankfurt’ta /
Noel ağacının dibinde / Kasketini açmıştı gözleri yerde / Yoksulluğu utancı
aynı bizimki gibi.
Memleketim diye kucakladı
işçilerimiz bizi / Biri ağladı usul usul boynumda durdu / Uykuda kalmış da
sanki yüzleri / Bıyıkları aynı bizimki
gibi.
Ellerim ayaklarım gibi buldum /
Hiçbir şeye şaşmadım da / Neden takılıp kaldı aklım / Bizim bebelere Almanya’da
/ Adları kalmış / Söylenen bizimki gibi.
Aralık
1977.
IRMAK
Ağaç demiş ki baltaya / Sen beni
kesemezdin ama / Ne yapayım ki sapın benden / Bak şu ağacın bilincine sen / Ölen
ben öldüren benden
Bunca analar ağlayıp durur da /
Akıp gider gelinciklerden / Kör midir sağır mıdır bu ırmak / Ölen ben öldüren
benden
Her yerde böyle olmuş bu / Önce
dağa taşa ağaca söyletmiş halk / Sonunda sabahın bir yerinden / Uyanıp ayağa
kalkmış ırmak / Ölen ben öldüren benden.
1978.
İNSAN VE EMEK
Bir sergiyle geldi bahar / Ne don
vurur, ne meyve verir / Öylece bir çiçek düşlemesi / Ne güzel bir oyun değil mi
canım / Taşlara bakan gözün çiçeği görmesi
Benim memleketimde bugün / Kırk bin
elli bin liradır / Resmin metre karesi / Ve dillere destandır canım / Turan
Erol beyazıyla Bodrum’un mavisi.
Bir gece kulübünde bugün / Kırk
bin, elli bir liradır / Bir Zeki Müren dinletisi / Ve elbette güzeldir canım /
Emeğin değerlendirilmesi
Ama benim memleketimde bugün /
İnsan kanı sudan ucuz / Oysa en güzel emek insanın kendisi / Kolay mı kan
uykularda kalkıp / Ninniler söylemesi
Belki bu nedenle , yazık /
Asılmış gibi durur / Asılmış gibi kederinden / Duvarlarımda resim Çalgılarımda
müzik
Mayıs l978.
Ah
canım Ruhiciğim ahhhh!
Yalnız
bizde mi? bütün dünyada öyle şimdi.
Güncel
Merin, Edebiyat Galerisi,5 Temmuz 2013.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder