16 Nisan 2013 Salı

“DİLDE, FİKİRDE VE İŞTE BİRLİK”



“DİLDE, FİKİRDE VE İŞTE BİRLİK”


            Çalışkan dostum Kaan Turhan  yaklaşan kuruluş yıldönümleri dolayısıyla Köy Enstitüleri’ni akla getiren bir çalışma yapmış, kitabını da bastırmış: “Dilde, Fikirde ve İşte Birlik”. Kitabın alt başlığı işi nasıl sağlam, nasıl geniş bakışlı ele aldığının kanıtı: “Akçura, Galiyev, Gaspıralı, Gökalp”.
            Kitabın ayrıntısına geçmeden önemli bir noktaya değinmek istiyorum: 19. Yüzyıl’ın inci yarısında insanlar dişlediğimiz elma öyküsünden bıkmış, nereden gelip nereye gittiğimiz somut bilgilerle anla ve açıklamaya girişmişlerdi; bu öncüler arasından ikisi, Marx’la Freud evrensel enerjiyi temel alan iki açılama sundular insan kardeşlerine; Freud bu enerjinin cinsel alandaki işlevlerini ele aldı, Marx da çalışma, emek dünyasındakileri. Derken başka bir uzgörüşlü çıkageldi, Avusturyalı Wilhelm Reich; Freud’un başyardımcılığına yükselmiş bir hekimdi, ama öbür ustayı, Marx’ı da çok iyi sindirmişti; ruh gibi soyut, ne olduğu kestirilemeyen bir kavramdan yola çıkmış, sonunda enerji işlevlerine dayanmıştı; dolayısıyla şunu söyleyebildi: “ canımızın üç temel direği sevgi, çalışma ve bilgidir; dolayısıyla yaşamımıza onların yön vermesi gerekir”.
            Ama Demokritos’un bulgulayıp dile getirdiği olasılık-gereklilik ikilisi izin verseydi de bugünkü Küba’yı görebilse, orada yaşayabilseydi, dile getirdiği denklemin ne kadar doğru, yerli yerinde olduğunu görüp sevinirdi; ama 2. Dünya Savaşı’ndan sonra anamalcılığın gittikçe azmakta olduğu dönemde yaşıyordu; Avrupa’nın hiçbir ülkesinde barınamadı, zavallı insancıkların demokrasi(!) simgesi  saymayı sürdürdükleri ABD’ye sığındı, ve zindanların birinde şarlatanlıktan ötürü zehirlenip öldürüldü.
            Köy Enstitüleri tam onun istediği okullardı: burada öğrencilerle öğretmenler birbirlerini, derslerini, okullarını, ülkelerini, dünyalarını sevecek; yalnız soyut bilgiler öğrenmekle yetinmeyecek, asalaklıktan kurtulacak, aynı zamanda üretici, yaratıcı olacak; bu iki işlevi de kusursuz yerine getirebilmek için ömür boyu doğru bilgiler edinmeyi sürdüreceklerdi.
            Ama işte bu çokkkkk tehlikeliydi: böyle yetiştirilen, böyle yaşayan insanlar köle olamaz, insanın insanı sömürmesine, insanların geçimlerini silah ve uyuşturucu üretim ve satışına dayandırmasına göz yumamazlardı; nitekim yummadılar: 1 Nisan 1939’da ABD ile imzalanan ilk ikili anlaşmadan; hele 1945’ten sonra aralıksız tanınan ayrıcalıklardan sonra, yurdumuza yardıma (?) gelen Amerikalı uzmanlar (!) koyun otlatan çocukların heybesinde bir lokma ekmekle soğanın yanında MEB’nın bastığı klasikleri görünce durumun Moskova’da girişilen toplumculuk denemesinden daha tehlikeli olduğunu hemen gördüler ve Batılı sömürücülerin yüzyıllardır uyguladıkları yöntemi yürürlüğe soktular: harakiriyi yerli yöneticilere yaptırmak. Öyle de yaptılar.
            Köy Enstitülerini göklere çıkaran İnönü, yapının temel direkleri olan Hasan Âli Yücel  ile İsmail Hakkı Tonguç’tan başlayarak, bütün etkili insanları kurumun başından aldı; cenazeyi gömmek de DP’ye kaldı.
            Kitaba gelince, bakın ne diyor Kaan Turhan Sonuç bölümünde:
            Bu dar oylumlu kitapta; dil, fikir ve iş birliğini amaçlayan üç büyük Türk aydının savaşımını ortaya koymaya çalışılmıştır, Üçü de dil üzerinde çalışmış, dil birliği için emek vermişlerdir. Üçü de fikir işçisi aydındırlar. Üçü de ortak hareket/imece kavramlarının içini dolduran büyük çabalarla tarih yazmışlardır.
            Çalışma il hem onlara saygıyı, hem de tarihimizde adlarıyla, sanlarıyla, savaşlarıyla yaşamlarını fikirleri üzerine kurmuş ve yaşamış, Türk Devrimi’ni hazırlamış bu insanların etkilerini anımsatmayı amaçladım.
           
            Dr. Necip Hablemitoğlu’nun ilk gençlik dönemlerinde çıkarmış olduğu ‘Dilde, Fikirde, İşte Birlik’ Dergisi, bu kitabın oluşmasında etkili oldu. (…)
            Ödevimiz: Çalışmak, okumak, bilgiyle dik durup ortak hareket etmektir.”
            Dünyamız debelendirildiği anamalcılık batağından kurtulup Atatürk'ümüzün  gözünü diktiği “Yurtta ve Dünya’da Barış’a kavuşabilirse, Reich’ın değindiği “sevgi, çalışma, bilgi denklemi suyun akışı kadar doğallaşacaktır, bugün Küba’da olduğu gibi.

                                                                                              Güncel Mersin, 15 Nisan 2013                               
             

11 Nisan 2013 Perşembe

ANAMALCILIKTA ÇOKSESLİLİK




ANAMALCILIKTA ÇOKSESLİLİK


            Semra Güzel Korver’in Multikulti (Çoksesli) Haberler belgeselini bana bağımsız sinemacılardan İsmet Arasan haber vermişti; Semra’yı kutluyordu.
            Dün akşam TRT 1’de gösterildi, izledim; Semra, Türklerin Almanya’ya çalışmaya gidişlerinin 50. yılı dolayısıyla  çekmiş belgeseli; çok iyi etmiş, önemli bir konu; çok iyi seçilmiş kişi ve örneklerle anlatmış; Almanya’nın ZDF, Bild gibi belli başlı iletişim araçlarının yöneticilerini, Türk gazetecileri, iki toplumun kaynaşabilmesi için çabalayan örgüt yöneticilerini konuşturuyor. Türk gazeteci ve televizyoncularını hanımlardan seçmesini ise ayrıca beğendim.
            Ele alınan çokseslilik konusuna gelince, yalancı talancı anamalcı düzensizlikte, çoksesliliğe de, çokulusluluğa da yer olamaz; çünkü yaşamın temeli yarıştır,hiç ağızlardan düşürülmeyen, salyalar akıtılarak yinelenen REKABET’tir; ve yarıştığınız kişi kurum ve toplumları geride bırakmanız, yenmeniz, yok etmeniz gereklidir; nitekim bunun için kullanılan sözcükler de çok amansız, çok yırtıcıdır, savaş terimleridir.
            Anamalcılık vebadır, toplumsal kanserdir. O yürürlükteyse, dillerden düşürülmeyen kavramların hiçbiri sahici olamaz, geçerli değildir, yalnız insanları iyice uyutmak üzere kullanılır.
            Gelin şimdi temel bir dirimbilimsel (biyolojik) bilgiyi paylaşalım: yeryüzünde yaşam oluşan ilk okyanuslardan türemiştir, su yosunu, amip olarak; sonra birbirine eklenerek balıklar, sürüngenler, kuşlar, memeliler, ağaçlar, bütün varlıklar ortaya çıkmış.
            Sürüngenlerin beyni yumru biçiminde; onların temel işlevlerini, çiftleşmeyi, üremeyi, beslenmeyi, avlanmayı düzene koymaya yetiyor.
            Sonraki basamakta ortaya çıkan maymunlarda, bu sürüngen beynine, yeni bir katman eklenmiş; o da onların bütün işlevlerini çekip çevirmeye yetiyor.
            İklim değişikliği maymunları ağaçtan yere, otlakların arasına inmeye zorlayınca, yaşamlarını sürdürebilmeleri için ayağa kalkmaları gerekmiş; o zaman, beynin alın bölgesine yaptığı basınç azalmış ve insana özgü yetileri, sözlü konuşmayı, düşgücünü barındıran alın-şakak bölgesi oluşmuş.
            Timsah çevresel koşullar çok olumsuzlaşırsa, yavrusunu bile yiyebiliyor; beynimizin dibinde o ilk yumru durduğu için, bu insan için de geçerlidir; öyleyse iyilik, yardımseverlik, barışçı olma bireye bağlı değildir, toplumsal yaşamın yırtıcılıktan, acımasızlıktan kurtarılması, dayanışmaya, yardımlaşmaya dayandırılması gerekiyor.
            AB’nin, o arada bu yapının temel direği olan Almanya’nın anamalcı çıkmazda nasıl debelendiğini, sulara gömülmemek için nasıl çırpındığını; bunun için üçüncü dünya dediğimiz yoksul ve geri bıraktıkları ülkeleri nasıl amansızca sömürmeye devam ettiğini hepimiz görüyoruz, dolayısıyla bilmemiz gerekiyor.
            Almanya, ucuz işçi olarak getirttiği Türkleri ya da öbür ulusları eskisi kadar yumuşak gözle görebilme olanağını yitirmiş; iş ise, önce sahici Alman’a demeye başlamış, yavrusunu yiyen timsah gibi – zaten onun yerinde kim olsa öyle diyecektir, biz de.
            Dolayısıyla, aradan geçen 50 yılda üçüncü kuşak çocuklar doğmuş; çok daha iyi eğitim almış, Almanca’yı kusursuz öğrenmiş de olsalar, işsizler arasından onların seçilmesi olasılığı gittikçe azalmış; ayrıca, işe alınsalar bile küçümseniyor, aşağılanıyorlar; tıpkı kadın-erkek ayırımında, kadınların erkeklerden 10 kat daha başarılı olmalarının beklenişi gibi, Türk kız ve oğlanlarının da  yerlilerden daha kusursuz olmaları isteniyor.
            Bir de daha tarihsel bir haksızlık sürüp gidiyor; dinlerarası diyalog, çokekinlilik gibi cicili bicili sözler dillerden düşmese de, hepsi gerçek özlemler değil, kandırma araçları olduğundan, Türklerin çoğu katı İslam kurallarına göre yaşıyor hâlâ – tıpkı anayurttakilerin ABD, AB ülkeleri tarafından hızla o yöne itilmeleri gibi.
            Ee, bu durumda, sanırım Bild yöneticisinin söylediği: “Türkiye artık 50 yıl önceki Türkiye değil, daha çok üreten, kendine güvenen bir ülke” demesi, sürüp giden uyutmanın aracı olmaktan başka bir anlam taşıyabilir mi?
            Semra Korver¸ hem buradaki hem oradaki yönetimlerin izin verdiği ölçüde yansıtmaya çalışmış gerçek olguları, doğruları; gösterilemeyenleri, söylenemeyenleri siz tamamlayacaksınız.
            Semra ile çalışma arkadaşlarına alkış.
                                                                                  Güncel Mersin, 12 Nisan 2013

9 Nisan 2013 Salı

“BEDRETTİN CÖMERT”



BEDRETTİN CÖMERT”


            Barış Gümüşbaş ile Sancar Seçkiner, 11 Temmuz 1978’de Gladyo’nun alçakça aramızdan ayırdığı sevgili Bedrettin Cömert’i 70. Doğum Yıldönümü’de anmak üzere bir kitap hazırlamışlar, Hacettepe Üniversite Yayınları 1. hamur k3ağıra özenle basmış.
            Anımsayacaksınız, Sancar Seçkiner’i Sinema Şenliği’nde Feriye Sineması’nda gösterilen Marco Belllochio’nun Uyuyan Güzel  filminde tanımıştım; Sancar da Hacettepe’de öğrenim görmüş; daha önce de başka bir çok sevdiğim insanın, Magdi Rufer’in anısına  kitap hazırlamışlar arkadaşlarıyla birlikte.
            Kitapta birçok değerli insanın Bedrettin’le ilgili anı ya da değerlendirme yazıları var; 1974 ve 78’de, bilemeyeceğim kişisel nedenlerle, bilerek ya da bilmezden gelerek ülkemizi ABD’nin heveslerine kurban edenlerden biri olan Ecevit’in yazık ki ancak göstermelik kalan danışma Kültür Bakanlığı’ndaki Danışma Kurulları’nda ya yana çalışmıştık Bedrettin’le; ama yazık ki, aydın olarak tanımanın ötesinde yakın dostu olma fırsatını bulamadım.
            Buna karşılık sevgili Hasan Hüseyin Korkmazgil çok yakın dostlarından biriymiş ve yürekten severmiş Bedrettin’i; ben kitaptan, bu iki değerli insanın acılarını iç içe yaşamış, can dostum Azime Korkmazgil’in şiirsel yazısından kısa bir bölümü alacağım ancak; gerisi size kalıyor, bu değerli kitabı edinin ve kalan yazıları canınıza katın.
Sonuçsuz Bir Telefon Konuşması
            “4 Mart 1927, 27 Eylül 1940: Tarihsel yükleriyle, destan gibi iki başlangıç!
            83 yaşındaki Hasan Hüseyin Korkmazgil’i mi anayım, 70 yaşındaki Bedrettin Cömert’i mi? Şimdi…onların unutulmaz anılarıyla, darmadağın olmalı mıyım savrulmuş bir harman gibi; yoksa, derlenip toparlanmalı mıyım, acılarımdan doğmuşçasına!
            2008 yazı… Bir de baktım, belleğim  yanıyor! Günler, Bedrettin’in aramızdan anlaşılmaz bir hainlikle koparılışının 30. yıldönümü günleri! Kıyı’da yayımlanan, bir tür ağıt niteliğindeki yazımdan sonra, dedim ki; Bedrettin için de, Hasan Hüseyin için de, bundan böyle yalnızca doğum günlerinde konuşacağım!
               Ben kendimi tutabilirsem eğere/ sesimi tutabilirsem…
            İkisini, neden birbirinden ayıramıyorum? 
             Düşünüyorum da…Canından ayrı tutmadığı, bu demek bir dosttan bir arkadaştan bir oğuldan daha başka bir şey, belki de ikizi gibi gördüğü Bedrettin’in ansızın yitirilmesi olayı; Hasan Hüseyin’le evliliğimizin son dönemine damgasını kaçınılmaz olarak vurmuştur! Başka türlü, şöyle diyebilirim: Bedrettin’den öylesine ayırtılmakla Hasan Hüseyin; akıl sağlığını yitirmediyse de, çok ağır biçimde, duygusal ‘yıkım’a uğramıştı…
            Geçmiş miydi önümüzde uzanan artık, yoksa gelecek miydi; anılarım, gitgide derinleşerek, acılaşma dozu artarak ve içinden çıkarak elbet, benimle yaşar gider… Ne var ki; otuz yılı aşmış böyle gerçek bir uzaklıktan bakınca şimdi; Bedrettin’den sonraki yılları biz Hasan Hüseyin’le nasıl paylaştık, bunun adının konması bile, baş döndüren bir süreçtir. Geride, 12 Eylül’ün hemen öngününde; olanca bilinçli bir kederi ve isyanı sesiyle, yüreğiyle, yaratıcı tüm varlığıyla taşımış bir Hasan Hüseyin çıkıyor karşımıza! Ben O’nun silinmeyecek imgesine şaşarak; içimdeki, sanki başka bir insana bakar gibi bakmaya alıştım artık. Bu demek, Bedrettin gittikten sonraki Hasan Hüseyin; tümüyle ‘farklı’; nasıl demeli, benden ayrı bir insan olup çıkmıştı! Ozanın ardından; kıyısına köşesine değinen pek çok  yazı yazdım. Her saptamamla, O’nun başka bir yanını anlatmaya çalıştım. Özünü yansıtabildim mi? Hayır! Artık Bedrettin’siz bir Hasan Hüseyin gerçeğini gerektiği gibi, bu demek sıcağı sıcağına ve yerli yerine oturtabildiğimi sanmıyorum…
            O yakıcı 11 Temmuz ’78 sabahından, karlı ’83 Şubatına; neresinden baksak, daha bir beş yıla yakın yaşadı Hasan Hüseyin…
            Yaşadı mı? Tartışılır!
            çürüttük en güzel günlerimizi – zindan köşelerinde/ kapılarda
                                                                                              kaygılarda
                                                                                                          boş umutlarda…”
            Bütün ölümler geride kalan yakınlar için dayanılmazdır kuşkusuz; ama Azime Korkmazgil bunun katmerlisini yaşamış, ve kusursuz anlatmış; ayrıca, yeryüzünde en sevdiği varlığın en sevdiğini yitirince çektiği acıyı, düştüğü durumu, kendi acısına acılar katarak görmüş.
            Okuyun işte,
            Barış Gümüşbaş  ile Sancar Seçkiner’i bize böylesine değerli bir çalışma hazırladıkları; kitabın yayımına emeği, yardımı geçen herkesi de katkıları için yürekten alkışlıyorum    

                                                                                              Güncel Mersin, 7 Nisan 2013

5 Nisan 2013 Cuma

MARCO BELLOCCHİO’NUN UYUYAN GÜZEL’İ



MARCO BELLOCCHİO’NUN UYUYAN GÜZEL’İ


            KÜRESEL HARAKİRİ uygarlık diyegeldiğimiz birikimi gözümüzün önünde eritirken, elimizde kalabilmiş son gerçekçi yönetmenlerden biri, Marco Bellocchio (Güzel gözlü, güzel kafalı, güzel bakışlı Marco) belki de Çaykovski’nin ünlü masalının bugün ne hâle geldiğini belgelemek üzere çekmiş son filmini: Uyuyan Güzel.
            Sinematek, Şişli’de konuk olduğu Kervan Sineması’ndan Taksim Sıraselviler’deki kalıcı yerine taşındıktan sonra, bir gün, yukarıda oturup  filmi beklerken ya da gösterim arasında, cıvıl cıvıl bakışlı bir genç adımla seslenmişti; ben o sırada Fransızların ünlü dergisi Lui’ye bakıyordum: sanatın her dalına son derece duyarlı, yazını, resmi, baleyi, müziği hemen hemen uzman derecesinde seven ve bilen, matematikçi Nurettin Ergun; o günden sonra ayrılmaz dostumuz oldu. Sağolsun, 1 Nisan sabahı Feriye Sineması’ndaki gösterime Sevil’e, Nilgün’e, bana da bilet aldı, gittik.
            Filmi beklerken, başka bir sevindirici olay yaşadım; sevgili ustam, yurdumun yetiştirdiği en dolu ekin insanlarından Sabahattin Eyuboğlu’nun sevgilisi, can yoldaşı Magdi Rufer için bir anı kitabı hazırlayanlardan Sancar Seçkiner; meğer Azime Korkmazgil de ortak dostumuzmuş, hemen telefonla kucakladık.
            Filme gelince, Marco, çekimöyküsünü Veronica Raimo ve Stefano Rulli ile birlikte yazdığı filmde, son yılların en çok tartışılan, en gerilimli konusunu, denin uykuya (komaya) girmiş, bitkisel yaşama geçmiş insanların çektiklerine son verilip verilmesini ele almış; ve her zamanki bütünsel bakışıyla, yalnız o özel konuyu işlememiş; günümüzün bütün karmaşık sorunlarını, kurumlarını irdelemiş.
            İtalya’da bir ara hemen hemen bütün gündemi kaplayan Eluana  Englaro tam 17 yıldır derin uykudadır; anamalcı kesimde insanların kolay sömürülebilmesi için en etkili uyuşturucu olarak kullanılan dinsel inanç, bütün söylenceleriyle, masallarıyla 24 saat yürürlükte elbet: Eluana derin uykuda bile her ay düzenli olarak kanama geçiriyormuş; istense gebe bile kalabilirmiş, falan filan.
            Yığınlar, özellikle kadınlar, evlerde, kiliselerde, sokaklarda Eluana’nın yaşaması için sürekli yakarıyor, ilahiler söyleyip gözyaşı döküyorlar. Filmin başkişilerinden bir genç kız da onlar arasında; kızın babasıysa, Eluana’nın yazgısını belirleyecek olan mecliste, bu konuda çıkarılacak yasada ne oy vereceğini kara kara düşünen bir senatör. Ve daha da önemlisi, çok acı çeken, kurtar beni diye yalvaran eşinin bağlı bulunduğu aygıtı kendi eliyle çeken bir adam.
            Öykünün gelişmesinin baba kıza neler yaşatacağını filmin dvd’sini edinip görmelisiniz.
            Ele alınan kişilerden biri genç bir hekim; çalıştığı hastane, KÜRESEL YAĞMA’nın sağlık dizgesini ne duruma soktuğunun çok çarpıcı bir  kanıtı: hastalar koridorlara, salonlara yerleştirilmiş sedyelerde yatıyor; üzerlerine –  kefeni andıran –beyaz bir çarşaf örtülmüş yalnız; ve işin en acıklı yanı, koridorda ya da odada yatan ağır hastaların ne zaman can verecekleri konusunda doktorların bire bilmem kaç bahse girmeleri.
            Bu genç doktor bir sabah işe gelirken, sokaklarda yaşayan genç güzel bir hanım yardım istiyor, hekim para uzatırken cüzdanını kapıp kaçmaya yelteniyor, genç hekim koşup yakalıyor, kadın da bileğini kesiyor. Bundan sonrasını da filmde görmeniz gerek
            Filmin en çarpıcı görüntülerinden kimisi meclisin senatör odalarında, saunasında çekilmiş; Fellini’yi andıran bu sahnelerde Eluana, dolayısıyla derin uykuya dalmış bütün insanlar ile ilgili yasayı oylamaya hazırlanan bu ulus temsilcilerinin davranışlarını görmek, düşüncelerini dinlemek hem çok gülünç, hem çokkkk acıklı elbet.
            Senatörün kızı Maria¸ rastlantıyla çok beğendiği bir delikanlıyla tanışıyor, masalsı bir gece geçiriyorlar; ama Aragon’un mutlu aşk yoktur diyen ünlü dizesini günümüze uyarlarsak, küresel soygun sürerken kimse tek başına mutlu olamayacağından, mutlu kalamayacağından, Maria’nın başına gelenleri de filmi izleyip görmelisiniz.
            Sözün kısası, çok acı veren, sarsıcı, dayanılmaz bir konuyu, içeriğe alabildiğine uygun kara görüntülerle anlatan; ışıklandırmada, oyuncu yönetiminde, müziği, giysileri kullanmada bir Rembrandt  ustalığı yakalayan Bellocchio’nun Uyuyan Güzel’i, daha önceki filmleri gibi, gerçek bir başyapıt.
                                                                                  Güncel Mersin, 4 Nisan 2013.