“AKREP GİBİSİN KARDEŞİM”
Nâzım Hikmet’in
ünlü şiirini bilirsiniz:
Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!
Yazan
büyük bir ozan olduğu için buradaki temel bilgi yanlışına şimdiye dek kimse
değinmeyi göze alamadı; oysa almak gerekiyor, eğer daha yaşanır bir dünya
oluşturmak istiyorsak.
Buradaki
eksiklik, 19. Yüzyıl’da henüz dirimbilimin (biyolojinin) de, bilgisayarın da,
bilgiişlemin de bilinmeyişindendi; Marks’ı
çok sayan bir insan olarak Nâzım da
ister istemez sürdürdü bu yanlışı; şimdi ünlü köşe yazarları da, Küba gibi
birkaç ender ülkenin dışında, yeryüzünde konuşan bütün okur-yazarlar da
sürdürüyor; kimisi bidon kafalı diyor halka, kimisi kör, kimisi cahil.
Gelin
şimdi hepimizin kullandığı şu bilgisayara bakarak akıl yürütelim; aldığınız
zaman, beynini barındıran yuva, birtakım donanımların yerleştirildiği bir
kasadır; ama hemen hiçbir işlevi yerine getiremez; getirebilmesi için, temel
yazılımdan başlayarak belli izlencelerin yüklenmesi, yeni donanımların eklenmesi
gerekir. CD/DVD okuyucu yerleştirilmediyse, onları okuyamaz; ayrı bir izlence
yüklenmediyse, bu ikisini de kopyalayamaz.
Oysa
dış görünüşü alabildiğine gösterişlidir.
İnsan
da tıpatıp böyledir: bakınca insandır, insandan beklediğiniz bütün işleri başarabilir
sanırsınız; başaramaz, bırakın
başarmayı, akıl bile erdiremez.
En
az 6 000 yıldır zorba ataerkil düzensizliğin altında ezdiğiniz, pestilini
çıkardığınız bu insandan, beyninden nasıl beklersiniz bütün o düşlediklerinizi?
Emekçi olması, köylü olması, işçi olması, kendini ‘devrimci’ diye
nitelendirmesi yeter mi, yetebilir mi?
Yirminci
Yüzyıl’ın en önemli düşünürlerinden Dr.
Wilhelm Reich, “Faşizmin Kitle Ruhu Ahlayışı” adlı yapıtında, yukarıda sıraladığım
adlandırmalardan hangisini taşırsa taşısın, yeryüzündeki bütün bireylerin aynı
buyurgan ataerkil aile içersinde yetiştiğini; dolayısıyla ister emekçi ister
kentli sömürücü olsunlar, aynı beyin yoğrulmasının sonucu olan aynı kafa
yapısına sahip bulunduklarını vurgulamıştır.
Bu
yüzden, Atatürk, daha savaşın
yıkıntısı, yoksulluk olanca dehşetiyle ortada dururken, ilkin eğitime el atmış;
öğretmenleri övmüş, devrimin bekçiliğine çağırmıştır; ama yazık ki, kendisinden
ve genç yaşta ölüp giden kimi inançlı yoldaşından başka geri kalanların hepsi
tutucu, karşıdevrimci oldukları için, ne toprak ne bilgi dağıtımını
tamamlayamadan göçmüştür.
Bu
önemli işi şimdiye dek tek bir ülke, tek bir kişi ve arkadaşları
başarabilmiştir: Fidel Castro ve
Küba; daha dağda getirdikleri toz üzerlerinde dururken, belki yıkanıp
temizlenmeye bile vakit bulamadan, ülkedeki bütün okulları tatil etmiş herkese
çağrıda bulunup gönüllü okuma-yazma öğretmeni olmaya çağırmış; bunun sonucunda,
yalnızca bir yılda yüzlerce yıldır karanlığın en dibinde yaşatılmış bütün
yurttaşlarını okur -yazar kılmıştır; ama bu yetmez, ondan sonra, 24 saat, 365
gün, halka hiç yalan söylememiş; Devlet Başkanı’nın bildiklerini 11 milyon
Kübalıyla paylaşmıştır.
Başa
dönersek, Nâzım Usta’nın başka bir
şiirinde söylediği gibi, “bir sabah ansızın ellerini toprağa basıp
doğrulama(z)” insanlar, ömür boyu doğru bilgi alamamışlarsa; o zaman
dönüp onlara, sırf emekçi oldukları için (aslında, Devlet Başkanı da içinde,
yeryüzündeki herkes, anamalcı ülkelerdeki bir avuç azınlık gibi sömürücü-sülük
değilse, EMEKÇİ’dir), “kabahatin çoğu senin be kardeşim”
diyemezsiniz; derseniz, dünyamız gömüldüğü bataktan sonsuza dek çıkamaz!
Güncel
Mersin, 12 Ocak 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder