8 Ocak 2013 Salı

OKTAY SİNANOĞLU

OKTAY SİNANOĞLU


Mürşit Balabanlılar’ın yönettiği İş Bankası Ekin Yayınları,Emine Çaykara’nın hazırladığı bir kitabı bastı:Türk Aynştayn’ı Oktay Sinanoğlu.
Sinanoğlu,sözün en gerçek,en dolu anlamında bir Atatürk çocuğu: Mustafa Kemâl gibi Rumelili,Kavalalı;Nüzhet Haşim Sinanoğlu ile en eski Anadolu ailelerinden birinin kızı Rüveyde’nin çocukları.Ana da baba da okur yazar,yetenekli,ilerici.
Atatürk,Mussolini’nin çevireceği dolapları öğrenmek üzere,Nüzhet Haşim'i Bari’ye başkonsolos olarak gönderiyor;Oktay orada doğuyor,25 Şubat 1935’te.
Doğal olarak önce İtalyanca,sonra Fransızca öğreniyor;2.Dünya Savaşı çıkınca yurda dönüyorlar ve l941’de Nüzhet Bey ölüyor;yetişmesi,bundan sonra,annesine kalıyor.
Mustafa Kemâl,yazgısında,bir kez daha dolaysız boygösteriyor:ortaöğrenimini,Atatürk’ün 1928’de kurduğu Türk Eğitim Derneği’nin Yenişehir Lisesi’nde tamamlıyor.1956’da,Berkeley Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nü birincilikle bitiriyor.Ardından,8 ayda ünlü Amerikan Üniversitesi MİT’i tamamlayıp Yüksek Kimya Mühendisi oluyor.1960’da,Yale Üniversitesi’ne “Yardımcı Öğretim Üyesi” olarak atanıyor.1962’de,26 yaşında,tam yetkili öğretim üyesi oluyor.Amerika’da ilk ödülünü alıyor.1964’te,ODTÜ’ne danışman profesör oluyor;eğitimin Türkçe yapılması gerektiğini anlatıp yazmaya başlıyor.
1966’da,TÜBİTAK’ın ilk bilim ödülünü alıyor.
Türkiye’nin çeşitli yerlerinde,aralıklarla,Yaz Okulları,bilimsel toplantılar düzenliyor;bu yöndeki çalışması aralıksız sürüyor.
Yalvaçların en çapkınına yakıştırılan ünlü sözü bilirsiniz:Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?
Oktay Sinanoglu,yöredaşı Mustafa Kemâl gibi,evreni oluşturan temel yasaları,bunları inceleyen matematik,doğabilim,dirimbilim,kimya ve benzeri anabilim dallarını derinlemesine bildiği için,yukarıda belirttiğim gibi, işin özünü daha 1964’te kavramış: bir insan topluluğunun kişilikli,bağımsız bir ulus oluşturabilmesi için,bilimi,sanatı,siyaseti anlatabileceği bir dilinin olması gerekir;sömürgeleştirme,köleleştirme,bugünkü gibi,önce DİL’in yozlaştırılıp yokedilmesiyle başlar.
Bu yüzden,Türk Dil Kurumu’nu kurup bize dilimize,dolayısıyla benliğimize kavuşturan Atatürk’ün ardından giden Sinanoğlu da bu evrensel mantığın gerektirdiğine dört elle sarılmış;Türkçe’mizin bilim-sanat-siyaset dili olabilmesi için sözlükler hazırlamış,konuşmalar yapmış,yazılar yazmış, yazıyor;bu alanda bıkıp usanmadan savaşıyor.
Andığım kitapta,düşünsel-dilsel serüveninin bütün ayrıntılarını bulabilirsiniz.
Bugün başımıza örülen çorapları,yurdumuzu bekleyen tehlikeyi en görenlerden biri olduğu için,tam bir bilim-gönüladamı dürüstlüğüyle hiç sözünü esirgemiyor.Küçük bir örnek vereyim:
“Eskiden,Sağlığı Koruma Kurumu’nda,çocuk yaşta bir araştırmaya tanık olmuştum;kan alınacağı zaman,atın burnuna kocaman bir mandal geçiriliyordu.Sonra doktor,boynuna kocaman bir iğne daldırıp kan alıyordu.Zavallı atın olup bitenden haberi yok;burnu çok duyarlı olduğu için,aklı fikri burnunda;kadınının alındığının farkına varmıyor.İşte durum bu.”
Küresel sömürü bundan daha iyi anlatılabilir mi?
Kendi kendine saz çalmayı öğrenen,Karacoğlan,Yunus Emre,Pîr Sultan Abdal ve Āşık Veysel’den türküler söyleyen;açıkdenizlerde yelkenliyle dolaşan;hem Doğu,hem Batı uygarlığını gönül gözüyle tanıyıp yaşamına katmaya çalışan Oktay Sinanoğlu’nun yaşamöyküsü,Sevil’le benim gibi, sizi de sözün gerçek anlamında varsıllaştırabilir,havalara uçurabilir;ardından,acı da olsa,daha bilinçli birer Anadolu Türk’ü,aynı zamanda katıksız dünya yurttaşı olarak yeryüzüne indirebilir.
Bu konuyu,bu sıradışı insanı seçip söyleşen,sonra kâgıda döken Emine Çaykara’yı da,kitabı basan Mürşit Balabanlılar’ı da yürekten alkışlıyorum.

Cumhuriyet,21.11.2001

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder