19 Şubat 2013 Salı

MASAL DÜNYASI




MASAL DÜNYASI

            Sevgili dostum Oğuz Tansel’in kızlarından Aysıt Tansel, babasının çeşitli kitaplarından seçtiği şiirleri, İngilizce çevirileriyle birlikte kitaplaştırmış; Elips Kitap da özenle basmış.
            Şiirlerin İnglizce’ye çevrilmesini,  Nilüfer Mizanoğlu Reddy, Tozan Alkan, İlyas Halil, Nezih Dnur, Talât S. Halman ve Aysıt’ın kendisi üstlenmiş; Halman kitaba bir önsöz, Aysıt da bir sunuş yazmışlar; Nuri İyem’in, Metin Eloğlu’nun, Orhan Taylan’ın çizimleriyle bezenmiş yapıt.
            Oğuz Tansel, Anadolu’nun has çocuklarından biriydi; halkının yüzlerce, binlerce yılda biriktirdiklerini çok iyi özümsemiş, yaşadığı günün diliyle anlatmıştı; hem kendisinin, hem halkının çektiği acıları, çaresizlikleri, öfkeleri, Nasreddin Hoca’ya özgü ince alayla dile getirmeyi biliyordu.
            Kitap bunun somut örnekleriyle dolu; en iyisi onu edinip okumanız elbet; ben şöyle küçük bir tadımlık sunayım.
YÖRÜK KIZI

                                               Çaresizlik, Göktepe’den yola vurmuş;
                                               Korku gözlerinde gelir, yükü sırtında.
                                               Saçları dağ, elleri kekik kokar;
                                               Sakız satar, bulgurla, unla.

                                               İki büklüm, yumula yumula yollarda;
                                               Geç kalmış göçmen kuş misali.
                                               Tavşan yüreklim, dualar boş,
                                               Uzanmaz yere göklerin eli.

                                               Yaylada aşk var ekmek yok.
                                               Gözümde dağlar, aklımda Mayku.
                                               Uuyy anam, bitip tükenmez çile
                                               Korkarım, yol keser elin soysuzu.

                                               Yörük kızı uyanık rüyâ görür:
                                               “Kızlarpınarı”nın köpüklü suyu
                                               Öpünce kanlı ayaklarını,
                                               Akıp gider açlığı, yorgunluğu.

                                               Esmerin elleri dermiş kök, kök,
                                               - Bulgurla unla sakız var.
                                               Dağlar, sabrınızı kırıverin,
                                               Gürül gürül gücünüz var.

SALKIM SÖĞÜT

                                               Ayrılıktan eğlim eğlim dalların,
                                               Düşüncelere dalmışsın kapkara.
                                               Başın yerde, gözlerini mi yitirdin?
                                               Gölgen toprağa uzanmış, düşüncelerin suya.

                                               Toprak adamına benzer duruşun,
                                               Ağacım, bana da ver sabrından.
                                               Yapraklarında taze ay ışığı,
                                               Bezgin değilsin yaşamaktan.

                                               İyi insanların düşünü azma
                                               İçli türküler söyleyerek geceleri.
                                               Bu yoldan hırlı geçer, hırsız geçer,
                                               Yalnız, can dayanmaz ayrılığa.

                                               Büklüm büklüm dalların “dönen yerleri
                                               Tel tel nakış, kimseye deme.
                                               İnsanın insan elinden çektiği,
                                               Ağacım, dert oturdu yüreğime.

                                               Beni, dalların bir hoş eder,
                                               Bir sevgili yakınlığı sarar içimi.
                                               Esmerim, boş ver de gel,
                                                Ekmek, su gibi özledim seni.
            Gördüğünüz gibi, azıcık buruk da olsa, küresel hoyratlığın dünyamızı da, ülkemizi de henüz hallaç pamuğu gibi atmadığı görece mutlu günlerde yazılmış duyarlı dizeler.
            Talihlisin Oğuzcum, bugünlere kalmadan yıldızlara döndün.
                                                                    Edebiyat Galerisi, 16 Şubat 2013

                                              

ANADOLU’DA AYDINLANMA ATEŞİNİ YAKANLAR



ANADOLU’DA AYDINLANMA ATEŞİNİ YAKANLAR


            Sevgili Erdal Atıcı’yı 2004 yılında, Ortacalı Yıllar adlı kitabıyla tanımıştım; şimdi Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nda çalışıyor; bu vakfın yayınları arasında o da bir söyleşi dizisine girişmiş: Anadolu’da Aydınlanma Ateşini Yakanlar;  dizinin 2. ve 3. ciltlerini göndermiş.
            Kitaplarda Köy Enstitüleri’nin yetiştirdiği bir dizi değerli insanlar söyleşmiş; ben aralarından, yakından tanıdığım Emin Özdemir’i  seçtim:
            Atıcı – Bize çocukluğunuzu, ailenizi, köyünüzü, köydeki okulunuzu ve öğretmenlerinizi anlatır mısınız?
            Özdemir – Çocukluğum,Eğin’in bugünkü adıyla Kemaliye’nin bir köyünde geçti. Yokluğun, yoksulluğun kara yellerinin kavurduğu bir köyde. Toprağımız azdı; mendil kadar küçük, birkaç evleklik iki üç tarla. Bütün köy için böyleydi bu. Ekip biçerek geçinemiyorduk. Bu yüzden babalarımız, ağabeylerimiz gurbete çıkarlardı. O yıllarda gurbet. İstanbul demekti. Çocukluğumda en sık duyduğum sözcüklerden biriydi gurbet. Babam, İstanbul’da bir kuruluşta getir-götür işlerinde çalışıyordu. Çok seyrek geliyordu.Bir iki hafta kalır, sonra dönerdi. Anam da, köyün öteki gelinleri, kadınları da özlemlerini acılarını ve çekilerini bizim oraların nice incelemelere, değerlendirmelere konu olmuş türkülerine, manilerine dökerlerdi. Bunlar, bir bakıma çocukluk yıllarıma da ayna tutar. Çünkü ben onların içine doğdum, onlarla büyüdüm. Acı, ayrılık, özlem kokan bu ortak yaratılardan bir iki küçük örnek vereyim:
                                               Çıktım dam loğlamaya
                                               O yâri yollamaya
                                               O yâr gediği aştı
                                               Başladım ağlamaya

                                               Gel ağam, gel ağam, olma muhannet
                                               Gurbeti icat edenler görmesin cennet
                                               Ahrette de İstanbul yok kaçasın
                                               Yalan gerçek defterini açasın
                                               Galata köprüsü sanıp sıratı
                                               Başın döne cehenneme uçasın.

                                               İplik eğirmişim kime dokutam,
                                               Ağam, deliysen üstüne okutam.
                                               Bir okka yağ almadan gittin gurbete
                                               Eller yemek pişirir öldüm kokundan…
            Dokusuna çekilerin, acılı yaşantıların, düşlerin sindiği şiir yüklü türkülerdi bunlar, Diyebilirim ki dilsel duyarlığımın ( eğer biraz varsa ) hamuru bu türkülerle, manilerle karılmıştır. Okumayı söktüğüm, yazmayı öğrendiğim günlerden sonra da kocaları gurbette kadınların mektuplarını yazardım; o mektupların sonuna gurbete çıkanlara geride kalanların hallerini anlatmak için andığım bu türkülerden, manilerden parçalar yazdırırlardı.
            Az topraklı, çok çocuklu bir aileydik. İkinci Dünya Savayı öncesinin kara yelleri köylere değin uzanmıştı. Yokluk, yoksulluk at koşturuyordu köylerde. Arpa, darı ekmeğini bile zor bulduğumuz günlerdi. Böyle bir ortamda başladım ilkokula. Hilmi Güçlü’nün hazırladığı Abc vardı. O zaman bile renkliydi resimleri. O resimlerdeki çocuklara bakar, bunların bize hiç benzemediğini görürdüm. Biz, kara kuru, yanık kavruktuk.  Onlarsa güleç, bakımlı. Sanırdım ki onlar başka bir dünyanın çocukları.(…)
            Evcek İstanbul’a göçmüş uzak bir akrabamız vardı. Bir Pazar günü onlara gitmiştik. Benimle yaşıt bir oğulları vardı; ortaokula gidiyormuş. Kitaplarını gösterdi bana, okulunu, öğretmenlerini anlattı, nasıl irmemdim ona anlatamam. Çocukluk işte, durumumuzu hiç düşünmeden hana dönünce babama, ‘Ben de ortaokula gitmek istiyorum. Gönderir misin baba?’ dedim. Babamın yüzü ekşidi, başını iki yana sallayıp:’Elbette isterim, istemez olur muyum; ama bak han köşesinde yatıp kalkıyoruz, sırf ananlara para yollayabilmek için. Sonra, burada okumak, köydekine benzemez. Her şey para ister’ dedi. Çaresizliğini yansıtan, acılı bir tınısı vardı sesinin.
            Sorduğuma pişman olmuştum. O gün okuma isteğim içimde düğümlenip kalmıştı.”
           
            Bu çarpıcı  söyleşinin gerisinde, Yıldızeli Köy Enstitüsü’ne gidişini ve sonrasını anlatıyor aynı tatlı dille.
            Yaşa Erdalcım! Gerçek bir şölen hazırlamışsın okurlara.

                                                                       Güncel Mersin,18 Şubat 2013

                                    

7 Şubat 2013 Perşembe

BALKAN SAVAŞLARI




BALKAN SAVAŞLARI


            İş Bankası Kültür Yayınları,Emre Yalçın ile Pınar Güven’in yürüttükleri dizide, Lev Troçki’nin bu ilginç kitabını yayınlamış: Balkan Savaşları. 654 sayfalık kitabı İngilizce’den Tansel Güney çevirmiş; görsel tasarın Birol Bayram’ın; düzeltiyi Alev Özgüner üstlenmiş; kitaba, Ahmet Salcan’ın biriktirdiği The Illustrated London News’lardan resimler eklenmiş.
            Troçki, 190’teki Devrim girişiminden sonra Sibirya’ya sürülmüş, oradan Viyana’ya kaçmıştır; 1909’da Osmanlı Devleti’ni ve Balkan ülkelerini izlemeye başlamış; 1912’de patlak veren savaş sırasında, hemen her cepheyi dolaşarak, karşıt görüşlü Kievskaya Misl gazetesine yazılar göndermiştir.
            Bu yazılar, sıradan bir savaş habercisinin yazıları değildir, hepsinde elle tutulur yazınsal tatlar vardır; ancak ele aldığı ülkelerin toplumsal durumlarıyla, dünyanın genel gidişiyle ilgili değerlendirmelere de yer verir elbet. Örneğin, 14 Ekim 1912 tarihli yazısında, “emperyalist devletlerin ve Balkan siyasetçilerini izledikleri siyasetin ‘Bir Avrupa Savaşı’ndan başka anlam taşımayacak, Avrupa çapında bir güç denemesine’  yol açabileceği uyarısında bulunmuştur.”
            Kitapta, gittiği yerlerdeki gözlemleri, yaptığı konuşmalar, dinlediği öyküler de yer alıyor; kitabı alıp hepsini okumayı size bırakıp içlerinden birini buraya almakla yetineyim.
            Atları görmek üzere ahırların yanındaki otlağa gidiyoruz. Kozlenko atları tutkulu bir ilgiyle inceliyor: Gerçek bir at dostu o.
            ‘Bu Perşeron atları dün ordudan geri geldi, durumları fena değil, iyi beslenmişler. Ama nedense kuyruklarını kesmiş, canavarlar… Bu da atları epey utangaç yapmış.’
            Skopets, atlarına yüksek bir fiyat istiyor, aynı zamanda bize bir tresura  kiralamayı öneriyor. Çay içip meseleyi konuşmak üzere sayfiye evine gidiyoruz. İki küçük kardeşi de yanımızda oturuyor. Yaşlarını kestirmek güç – on sekizle otuz arasında olmalılar. Derken bir ‘amca’ geliyor, utangaç bir ihtiyar, belli ki çok daha yoksul. Sofrada köylüler hizmet ediyor; solgun benizli, bedenleri yıpranmış kadınları kapı dışında duruyor, yüzlerini göstermiyorlar. Konuşma, çay davetlerindeki gibi, havadan sudan söz ederek, kibarca sürüyor.
            ‘Vanya, hey Vanya’, diye bağırıyor büyük ağabey Kozlenko’ya,’gel bizimle çay iç!’
            ‘İçesim yok, sağ ol.’
            ‘Olsun, gene de gel.’
            ‘ Canım istemiyor. Bu sabah Köstence’de içtim, dün de içmiştim. Artık içesim yok.’
            ‘Şu bizim Vanya ağırlığınca altın eder’, diyor ‘amca’ gerçekten inanarak.’Onun gibi çalışan zor bulunur. Atlarınızdan biri ölünce, ağladı. Niye ağlıyorsun, diye sordum – at senin değil ki. Olsun, gene de üzülüyorum, dedi. Eve yalnız gelirken, hep rahvan sürer atını. Atlara onun kadar iyi bakan başka birini bulamazsınız. Komşularımızdan biri, yanında çalışmak üzere bir Çingene tuttu; hâlleri korkunç, sürekli kavga ediyorlar, karakolluk bir olay çıkacak diye korkuyor şimdi.’
            ‘Gurbet ellerinde yaşıyorsunuz, içiniz daralmıyor mu, sıkılmıyor musunuz?’ diye soruyorum çiftçilere.
            ‘Sıkıntıya alıştık, beyefendi. Başımıza geleni çekeceğiz, elimizden başka ne gelir? Canın sıkılırsa, çaresi yok, katlanacaksın. Param olsaydı, kışın, belki can sıkıntısından kurtulmak için ülke dışına giderdim. Ama paran yoksa, öyle fazla sıkılamayız.’
            ‘İyi ama, meleksiz de sayılmazsınız: Hepinizin, bir köşeye ayırdığınız birkaç bininiz vardır…’
            ‘Peki ama doktor, söylesene, kim verir bize o kadar parayı? Meseleye bir de bu açıdan bakalım’, diyor çiftçilerden biri, sesinde belirgin bir tedirginlik. Sonra soruma karşılık vererek konuşmasını sürdürüyor: ‘Kışın siyaset de konuşuruz. Köyde Moldavalılar var, Rumlar, Türkler, Bulgarlar var – haa, bir de Ermeni vardı, geçen bahar öldü. Bir  araya gelip şöyle diyoruz: Her birimiz bir büyükelçiyiz; Türk, Rum, Rus, Ermeni büyükelçileri. Hadi artık siyaset konuşalım. İşte böyle zaman geçiriyoruz.’
            ‘ Peki Rusya’da durum nasıl, beyefendi?’ diye soruyor ‘amca’.
            ‘Ben Rusya’dan ayrılalı çok oldu…’
            ‘ Demek siz de bizim gibi uzun süredir gurbettesiniz…Kimilerimiz Sibirya’dan geldi- orada sürgündeydiler.’
            ‘ Evet, sizinkilerin çoğunu Sibirya’da gördüm.’
            Gördüğünüz gibi, daha çok Balkanlar’dan İnsan Manzaraları’na benziyor Troçki’nin anlatımı: sıcak, içten.

                                                                       Edebiyat Galerisi, 6 Şubat 2013

3 Şubat 2013 Pazar

GÜZEL İZMİRİM




GÜZEL İZMİRİM


            Nesrin Kazankaya’nın Tiyatro Pera’daki yeni oyunu bu; 1920'lerde İzmir’de, Anadolu’da yaşayan Türkler ile Rumların çektikleri acıları ele almış Kazankaya, ama daha çok Rumların açısından bakmış; duygusal seçimlere karışmak olanaksızdır; ama tarihsel olguları anımsamak, yeril yerine oturtmak da gerekir.
            Önce İzmir’in adından başlayalım isterseniz; sevgili araştırmacı dostum Halûk Tarcan’ın verdiği bilgilere göre, bundan 2500 yıl önce Orta Asya’dan yollara düşen atalarımız, Ön-Türkler Ege’ye de gelmişler elbet; aslında Anadolu’ya gelişleri çok daha eski: Diyarbakır yöresindeki dağlardaki, mağaralardaki kayalarda Ön-Türklerin bıraktıkları resimlere 13 bin yıl önce rastlanıyor. Neyse, İzmir’e gelince, buraya Zümran adını vermişler; bu ad, Yunanca’da Smyrna’ya, yaşayan Türkçe'de  de İzmir’e dönüşmüş. 1. Dünya Savaşı’nda doruğa çıkan dünyanın ve kaynaklarının paylaşılması kavgası, başta İngilizler, anamalcılık yolunda gittikçe azıtmakta olan uluslar tarafından kışkırtılmasalardı, Yunanlılar Anadolu’ya çıkmayacaklar; dolayısıyla iki taraftan da milyonlarca insan boşu boşuna ölmeyecekti; tarihin eski çağlarında insanların doğal koşulların yanında toplumsal çekişmeler yüzünden yerlerinden yurtlarından olmaları büyük acılara yol açmıştır elbet; ama 19. Yüzyıl’a gelindiğinde, bilgi birikimi göz önüne alındığında, bunların bitmesi gerekirdi; öyle olmadı, olamadı; tarihleri, türküleri, dansları, el sanatları ortak halklar, Ermeniler, Kürtler, Türkler birbirine düşürüldü, kıydırıldı: sırf sömürgecilerin cepleri dolsun diye!  Daha da açıklısı, bugün de sürüyor bu korkunç oyun.
            Gelelim oyuna; Nesrin Kazankaya, sevgili Ferhan Şensoy gibi, tiyatroyu hem çok seviyor, hem iyi biliyor; oyunu tıkır tıkır; elindeki o daracık salonda, sahneleme kusursuz; bezem, müzik de öyle; hem Türkçesi, hem Rumcası yaşayan şarkılar çok etkileyici.
            Bu oyun için topluluğa katılan Aysan Sümercan, Defne Halman, Emre Çakman, İlker Yeğin, Linda Çandır, Selin Sevdar, Doğan Akdoğan, Muhammet Uzuner çok başarılı.
            Oyunun dramaturjisi her zamanki gibi Şafak Eruyar’ın; bezemi Başak Özdoğan; giysileri  Fatma Öztürk; ışığı ve yönetmen yardımcılığını Zeynep Özden; müziği  Ezgi Kasapoğlu; müziğin düzenlemesini Emil Tan Erten; Türkçe konuşmaların Rumca’ya çevirisi Meri Madeleni; dansların düzenlenmesini Cemal Atilla ile  Güneş Çağlar üstlenmişler. Oyunun ortaya konmasına  Onur Atilla, İlke Melikoğlu, Melike Yıldırım, Gamze İpek yardımcı olmuşlar; oyunun fotoğrafları Mehmet Aslan’ın; Zeynep Özden  oyunun duvar duyurusunu da tasarlamış.
            Şu anda yaşadığımız kaynak ve artıdeğer paylaşımı saldırısı dünyamızı öyle bir hâle getirdi ki, ne sinema kaldı, ne tiyatro, ne öbür sanat dalları; sayısız tiyatro salonu kapatıldı ya da satıldı; sevgili Gence Erkal da sonunda salonsuz bırakıldı; Ferhan Şensoy’un salonu var hâlâ, ama biletleri günler öncesinden kapışan izleyiciler eridi, yok oldu gitti; ayakta durmaya çalışan tiyatro emekçileri ya Anadolu gezilerine sığınıyor ya da İstanbul’un çeşitli semtlerine.
            Nesrin Kazankaya, çok yerinde bir seçimle, Rum kardeşlerimize seslenmeyi seçmiş; iyi de etmiş: salon adamakıllı dolu.
            Oyunda sağduyuyu dile getirme görevi, usta oyuncu Muharrem Uzuner’e verilmiş; bu da çok yerinde bir seçim elbet.
            Burada, karşılıklı değiştirilen insanlar arasından, 1906’da Ayancık’ta doğmuş, Selanik dolaylarına göçmüş Baba Yorgo  kulak verelim isterseniz:
            …Geldik Platamona’ya. Arkasında başı karlı, yemyeşil Olimpos Dağı. Önünde masmavi deniz. Tamam, dedik, tam Ayancık burası. Ama bizim memlekitimiz, Ayancık başkaydı! Ayancık çok güzeldi. Sinop’un en birinci balığı kalkandır. Burada olmaz. Olsa da az olur. Biz iyiydik memleketimizde. İngilizler fişeklemiş, kışkırtmış Yunanlıları. Sonra ortadan çekilivermişler. Kabak bizim başımıza patladı! Çok kan döküldü. Yıllarca bekledik döneriz diye. Harp iyi bir şey değildir. Tek meyveyle bahçe olmaz! Bir ülkenin içinde ne kadar din, dil, ırk varsa o kadar zenginliktir. Türkçe benim vatanımın dilidir, unutmam.”
            “Yurttaş Barış, Dünyada Barış”  diyen Mustafa Kemâl nasıl da tek başına haklıydı şu azgın dünya karşısında!
            Kazankaya ve arkadaşlarına yürekten alkış!

                                                                                  Edebiyat Galerisi, 3 Şubat 2013.
.