19 Şubat 2013 Salı

ANADOLU’DA AYDINLANMA ATEŞİNİ YAKANLAR



ANADOLU’DA AYDINLANMA ATEŞİNİ YAKANLAR


            Sevgili Erdal Atıcı’yı 2004 yılında, Ortacalı Yıllar adlı kitabıyla tanımıştım; şimdi Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nda çalışıyor; bu vakfın yayınları arasında o da bir söyleşi dizisine girişmiş: Anadolu’da Aydınlanma Ateşini Yakanlar;  dizinin 2. ve 3. ciltlerini göndermiş.
            Kitaplarda Köy Enstitüleri’nin yetiştirdiği bir dizi değerli insanlar söyleşmiş; ben aralarından, yakından tanıdığım Emin Özdemir’i  seçtim:
            Atıcı – Bize çocukluğunuzu, ailenizi, köyünüzü, köydeki okulunuzu ve öğretmenlerinizi anlatır mısınız?
            Özdemir – Çocukluğum,Eğin’in bugünkü adıyla Kemaliye’nin bir köyünde geçti. Yokluğun, yoksulluğun kara yellerinin kavurduğu bir köyde. Toprağımız azdı; mendil kadar küçük, birkaç evleklik iki üç tarla. Bütün köy için böyleydi bu. Ekip biçerek geçinemiyorduk. Bu yüzden babalarımız, ağabeylerimiz gurbete çıkarlardı. O yıllarda gurbet. İstanbul demekti. Çocukluğumda en sık duyduğum sözcüklerden biriydi gurbet. Babam, İstanbul’da bir kuruluşta getir-götür işlerinde çalışıyordu. Çok seyrek geliyordu.Bir iki hafta kalır, sonra dönerdi. Anam da, köyün öteki gelinleri, kadınları da özlemlerini acılarını ve çekilerini bizim oraların nice incelemelere, değerlendirmelere konu olmuş türkülerine, manilerine dökerlerdi. Bunlar, bir bakıma çocukluk yıllarıma da ayna tutar. Çünkü ben onların içine doğdum, onlarla büyüdüm. Acı, ayrılık, özlem kokan bu ortak yaratılardan bir iki küçük örnek vereyim:
                                               Çıktım dam loğlamaya
                                               O yâri yollamaya
                                               O yâr gediği aştı
                                               Başladım ağlamaya

                                               Gel ağam, gel ağam, olma muhannet
                                               Gurbeti icat edenler görmesin cennet
                                               Ahrette de İstanbul yok kaçasın
                                               Yalan gerçek defterini açasın
                                               Galata köprüsü sanıp sıratı
                                               Başın döne cehenneme uçasın.

                                               İplik eğirmişim kime dokutam,
                                               Ağam, deliysen üstüne okutam.
                                               Bir okka yağ almadan gittin gurbete
                                               Eller yemek pişirir öldüm kokundan…
            Dokusuna çekilerin, acılı yaşantıların, düşlerin sindiği şiir yüklü türkülerdi bunlar, Diyebilirim ki dilsel duyarlığımın ( eğer biraz varsa ) hamuru bu türkülerle, manilerle karılmıştır. Okumayı söktüğüm, yazmayı öğrendiğim günlerden sonra da kocaları gurbette kadınların mektuplarını yazardım; o mektupların sonuna gurbete çıkanlara geride kalanların hallerini anlatmak için andığım bu türkülerden, manilerden parçalar yazdırırlardı.
            Az topraklı, çok çocuklu bir aileydik. İkinci Dünya Savayı öncesinin kara yelleri köylere değin uzanmıştı. Yokluk, yoksulluk at koşturuyordu köylerde. Arpa, darı ekmeğini bile zor bulduğumuz günlerdi. Böyle bir ortamda başladım ilkokula. Hilmi Güçlü’nün hazırladığı Abc vardı. O zaman bile renkliydi resimleri. O resimlerdeki çocuklara bakar, bunların bize hiç benzemediğini görürdüm. Biz, kara kuru, yanık kavruktuk.  Onlarsa güleç, bakımlı. Sanırdım ki onlar başka bir dünyanın çocukları.(…)
            Evcek İstanbul’a göçmüş uzak bir akrabamız vardı. Bir Pazar günü onlara gitmiştik. Benimle yaşıt bir oğulları vardı; ortaokula gidiyormuş. Kitaplarını gösterdi bana, okulunu, öğretmenlerini anlattı, nasıl irmemdim ona anlatamam. Çocukluk işte, durumumuzu hiç düşünmeden hana dönünce babama, ‘Ben de ortaokula gitmek istiyorum. Gönderir misin baba?’ dedim. Babamın yüzü ekşidi, başını iki yana sallayıp:’Elbette isterim, istemez olur muyum; ama bak han köşesinde yatıp kalkıyoruz, sırf ananlara para yollayabilmek için. Sonra, burada okumak, köydekine benzemez. Her şey para ister’ dedi. Çaresizliğini yansıtan, acılı bir tınısı vardı sesinin.
            Sorduğuma pişman olmuştum. O gün okuma isteğim içimde düğümlenip kalmıştı.”
           
            Bu çarpıcı  söyleşinin gerisinde, Yıldızeli Köy Enstitüsü’ne gidişini ve sonrasını anlatıyor aynı tatlı dille.
            Yaşa Erdalcım! Gerçek bir şölen hazırlamışsın okurlara.

                                                                       Güncel Mersin,18 Şubat 2013

                                    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder