ANADOLU’DA AYDINLANMA ATEŞİNİ
YAKANLAR
Sevgili
Erdal Atıcı’yı 2004 yılında, Ortacalı
Yıllar adlı kitabıyla tanımıştım; şimdi Köy Enstitüleri ve Çağdaş
Eğitim Vakfı’nda çalışıyor; bu vakfın yayınları arasında o da bir söyleşi
dizisine girişmiş: Anadolu’da Aydınlanma Ateşini Yakanlar; dizinin 2. ve 3.
ciltlerini göndermiş.
Kitaplarda
Köy Enstitüleri’nin yetiştirdiği bir dizi değerli insanlar söyleşmiş; ben
aralarından, yakından tanıdığım Emin
Özdemir’i seçtim:
“
Atıcı – Bize çocukluğunuzu, ailenizi, köyünüzü,
köydeki okulunuzu ve öğretmenlerinizi anlatır mısınız?
Özdemir – Çocukluğum,Eğin’in bugünkü adıyla Kemaliye’nin bir köyünde
geçti. Yokluğun, yoksulluğun kara yellerinin kavurduğu bir köyde. Toprağımız
azdı; mendil kadar küçük, birkaç evleklik iki üç tarla. Bütün köy için böyleydi
bu. Ekip biçerek geçinemiyorduk. Bu yüzden babalarımız, ağabeylerimiz gurbete
çıkarlardı. O yıllarda gurbet. İstanbul demekti. Çocukluğumda en sık duyduğum
sözcüklerden biriydi gurbet. Babam, İstanbul’da bir kuruluşta getir-götür
işlerinde çalışıyordu. Çok seyrek geliyordu.Bir iki hafta kalır, sonra dönerdi.
Anam da, köyün öteki gelinleri, kadınları da özlemlerini acılarını ve
çekilerini bizim oraların nice incelemelere, değerlendirmelere konu olmuş
türkülerine, manilerine dökerlerdi. Bunlar, bir bakıma çocukluk yıllarıma da
ayna tutar. Çünkü ben onların içine doğdum, onlarla büyüdüm. Acı, ayrılık,
özlem kokan bu ortak yaratılardan bir iki küçük örnek vereyim:
Çıktım dam loğlamaya
O
yâri yollamaya
O
yâr gediği aştı
Başladım
ağlamaya
Gel
ağam, gel ağam, olma muhannet
Gurbeti
icat edenler görmesin cennet
Ahrette
de İstanbul yok kaçasın
Yalan
gerçek defterini açasın
Galata
köprüsü sanıp sıratı
Başın
döne cehenneme uçasın.
İplik
eğirmişim kime dokutam,
Ağam,
deliysen üstüne okutam.
Bir
okka yağ almadan gittin gurbete
Eller
yemek pişirir öldüm kokundan…
Dokusuna çekilerin, acılı yaşantıların, düşlerin sindiği şiir yüklü
türkülerdi bunlar, Diyebilirim ki dilsel duyarlığımın ( eğer biraz varsa )
hamuru bu türkülerle, manilerle karılmıştır. Okumayı söktüğüm, yazmayı
öğrendiğim günlerden sonra da kocaları gurbette kadınların mektuplarını
yazardım; o mektupların sonuna gurbete çıkanlara geride kalanların hallerini
anlatmak için andığım bu türkülerden, manilerden parçalar yazdırırlardı.
Az
topraklı, çok çocuklu bir aileydik. İkinci Dünya Savayı öncesinin kara yelleri
köylere değin uzanmıştı. Yokluk, yoksulluk at koşturuyordu köylerde. Arpa, darı
ekmeğini bile zor bulduğumuz günlerdi. Böyle bir ortamda başladım ilkokula.
Hilmi Güçlü’nün hazırladığı Abc vardı. O zaman bile renkliydi resimleri. O
resimlerdeki çocuklara bakar, bunların bize hiç benzemediğini görürdüm. Biz,
kara kuru, yanık kavruktuk. Onlarsa
güleç, bakımlı. Sanırdım ki onlar başka bir dünyanın çocukları.(…)
Evcek
İstanbul’a göçmüş uzak bir akrabamız vardı.
Bir Pazar günü onlara gitmiştik. Benimle yaşıt bir oğulları vardı; ortaokula
gidiyormuş. Kitaplarını gösterdi bana, okulunu, öğretmenlerini anlattı, nasıl irmemdim
ona anlatamam. Çocukluk işte, durumumuzu hiç düşünmeden hana dönünce babama,
‘Ben de ortaokula gitmek istiyorum. Gönderir misin baba?’ dedim. Babamın yüzü
ekşidi, başını iki yana sallayıp:’Elbette isterim, istemez olur muyum; ama bak
han köşesinde yatıp kalkıyoruz, sırf ananlara para yollayabilmek için. Sonra,
burada okumak, köydekine benzemez. Her şey para ister’ dedi. Çaresizliğini
yansıtan, acılı bir tınısı vardı sesinin.
Sorduğuma
pişman olmuştum. O gün okuma isteğim içimde düğümlenip kalmıştı.”
Bu
çarpıcı söyleşinin gerisinde, Yıldızeli
Köy Enstitüsü’ne gidişini ve sonrasını anlatıyor aynı tatlı dille.
Yaşa
Erdalcım! Gerçek bir şölen
hazırlamışsın okurlara.
Güncel
Mersin,18 Şubat 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder