6 Ocak 2013 Pazar

SOVYET ELÇİLİĞİNDE OYNANAN ZEYBEK

SOVYET ELÇİLİĞİNDE OYNANAN ZEYBEK


Gerçek sanatseverler biliyordur, bu ara İstanbul’da geniş boyutlu bir belgesel film şenliği sürüyor: 1001 Belgesel Film Festivali.
Bu şenlikte, Küba belgeselleri de yer alıyor; filmleri gösterilenler yönetmenlerden Rigoberto Lopez Pego İstanbul’da; Karaköy’deki eski tarihi Sümerbank yapısında, Kadıköy’deki Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdiği söyleşilerin ardından, İstanbul José Marti Küba Dostluk Derneği’ne konuk geldi, derneğin çalışkan yöneticisi sevgili Oğuz Kavala’nın girişimiyle. Belgesel Film Şenliği’ni yürütenlerden, aynı zamanda Denek üyesi Mustafa Temiztaş’ın katkılarıyla, önce şimdiye dek çektiği filmlerin en çarpıcılarından, Afrika’daki korkunç açlık sırasında gözleyip saptadıklarını yansıtan filmden kısa bir bölümü izledikten sonra, Yiğit Günay’ın çevirisiyle söyleşiye geçildi.
Rigoberto Lopez Pego, Havana Üniversitesi’nde siyaset bilimi okumuş; sonra gazeteciliğe başlamış; ilk kez Fidel Castro, çok çarpıcı bir tanımla, “Afrika’ya borcunu ödemek üzere” bağımsızlık savaşı veren Angola’ya uçaklar dolusu gönüllü asker yolladığı zaman gitmiş Afrika’ya, ve ülkelerinde almakta oldukları alçakgönüllü aylığın dışında kimseden tek kuruş yardım görmeyen, her uğraştan uluslararası dayanışma savaşçılarını; sıradan kahramanlıklarını; yüzlerce yıllık sömürgeci sülükleri de, her türlü doğal zorluk ve engeli de yenmelerini unutulmaz bir filmle, “Kızıl Toprak” ile insan kardeşlerine armağan etmiş.
Aslında gerçek sevdası şiir; 15 yaşında, Nâzım Hikmet’in şiirlerini ezberi bilir, genç kızların gönlünü çelmek için okurmuş; kendisi de şiir yazıyor elbet. Benim gibi bir ozanın belgesel sinemayla ne ilgisi olabilirdi, diye sordu olanca sevimliğiyle.
İlgisi şu: tıpkı geçende başka bir yazıda değindiğim Küba balesinin yöneticisini daha Havana’ya gelişlerinden birkaç gün sonra görmeye gelişi gibi, Fidel Castro ve yoldaşları, gerçek Devrim’in bir yıkma işi olmadığını, tam tersine yeni bir yapı kurma; binlerce yıllık ataerkil zorbalıktan, üç yüzyıllık anamalcı saçmalıktan sonra, gerçek uygarlık yolunu açma; yalnızca bilime dayanan eğitimle yepyeni kuşaklar yetiştirme sorunu olduğunu çok iyi bilmeleri ve bunun gereğini, hem de en aykırı, en güç koşullarda, belki karınları doyurmaktan bile önce yerine getirmeleri.
Böyle olunca, ozan ruhlu bir gazeteciye, günün birinde Angola’ya gitme; oradaki insanlık savaşını insan kardeşlerine asıl nitelikleriyle anlatma çağrısı kendiliğinden geliveriyor. Üstelik savaş haberciliği, yaşananları belgesel filme geçirme işi, özü gereği, önce o savaşa katılmayı, canlı kalmayı başarmayı gerektiriyor.
Angola’ya giderken, lise döneminde katıldığım zorunlu askerlik eğitimi dışında, doğru dürüst silah tutmayı da, ateş etmeyi de bilmiyordum, dedi bütün Kübalılar gibi başta kendisi, her şeyle ince ince, saygılıca dalga geçmeyi bilen Rigoberto.
Çarpışmalar sırasında, aranızda madalya kazanmış bir kahraman var mı, diye sormuş, 18 yaşlarında bir oğlanı göstermişler. Kahramanlık madalyasını nasıl kazandığını, en sıradan günlük olayı anlatır gibi aktarmış delikanlı:pusuya düşürüldük, komutanımız vuruldu, yardımcısı da öyle, o zaman iş başa düştü, birliğimi vuruşa vuruşa o cehennemden kurtardım.
Peki, yaşarken en çok istediğin şey ne? sorusuna genç kahramanın yanıtı: Dilerim sevgilim beni aldatmaz!
Angola’dan dönerlerken uçakta bu kahramana, seninle birlikte evine gelebilir, karşılanışını filme alabilir miyim, diye soruyor; yanıt elbette olumlu; gidiyorlar o alçakgönüllü eve; karşılanışın çeşitli sahneleri; sıra anayla oğlun karşılaşıp kucaklaşmasına gelince, görüntü yönetmenine dur diyor Rigoberto, “bundan sonrası aktöreye sığmayacaktı, çok özeldi”.
Küba gibi 11 milyoncuk bir ulusun, 50 yıldır, anamalcı kürenin büyük zorbası, 200 milyonluk ABD’ye nasıl kafa tuttuğunu, amansız acımasız kuşatmaya karşın nasıl ayakta kalabildiğini, üstüne yaşamın ve bilimin her alanında nasıl bütün insan kardeşlerine örnek olacak başarıları sürdürdüğünü anlayabilmek için sevgili ozan Rigoberto Lopez Pego’ya bakmak; anlattıklarını dinlemek; filmlerini izlemek yeter.
Bu yönde başka bir kanıt da, Cumhuriyet’ten geldi hemen ertesi gün: Havana’da insan haklarının çiğnendiğini öne sürerek yürümeye kalkan yaklaşık 30 kişilik kümenin çevresinde bitivermiş yörede yaşayanlar; üstelik itiş kakış, bağırıp çağırma, hakaret falan yok; yalnızca bağırmışlar: “Haberiniz yok mu, sokaklar Fidel’indir!”
Dünyamızın dört bir yanındaki yurttaşlar bu bilince, bu düzeye kavuşturulduğu gün, Havana köşelerinden birini süsleyen Sarı Saçlı Mavi Gözlü’nün yontusundaki özdeyiş egemen olacak: Yurtta Barış, Dünyada Barış.
*
Daha önce size Mustafa Kemâl Atatürk’ün Sovyet elçiliğinde Stalin’e gösterdiği tepkiyi aktarmıştım; şimdi aynı olayın başka bir anlatımını paylaşalım; bu kez Prof. Herbert Melzig’in ağzından:
“Rus İhtilâlin 1935’teki yıldönümünden az evvel, Moskova’daki Türkiye Büyükelçisi Atatürk’e, Stalin’in Rus Komünist Partisi murahhasları önünde verdiği nutkun bir özetini bildirmişti. Bu nutukta Stalin Türkiye, İran, Yakın ve Orta Doğu’nun bütün memleketlerini ‘Rus bölgesi’ olarak vasıflandırmıştı. Her zaman çok ihtiyatlı olan Stalin nasılsa ağzından bu tehlikeli tâbirleri kaçırıvermişti.
Rus İhtilâlinin yıldönümünde Sovyet Elçiliğinde verilen suvare intikam almak için Atatürk’e en mükemmel fırsatı veriyordu.
Atatürk Büyükelçi ile evvelâ ehemmiyetsiz şeylerden bahsettikten sonra birdenbire sordu:
- Karahan Yoldaş ,şu Sovyet Rusya’da işleri kimin idare ettiğini bana söyler misiniz?
Karahan şaşırdı:
- Rusya’yı kim mi idare eder? Sovyet Rusya’da Proleter diktatörlüğün hâkim bulunduğu Eselanslarınızca malûmdur.
- Canım bırak bu saçmaları şimdi. Proleter diktatörlük maskeden başka bir şey değildir. Türkiye’yi idare eden Şef benim. Rusya’da kimdir?
Karahan buz gibi soğuk bir sesle cevap verdi:
- Sovyet Cumhuriyetleri Birliği’nin Başkanı yoldaş Kalinin’dir.
Atatürk sinirlendi:
- Canım bırak şu kuklayı… Söylesene bana bakayım?
Karahan suratını astı. Kısık bir sesle:
- Stalin Yoldaş, Sovyet Rusya Komünist Partisinin Politbürosunun sekreteridir… derken yan gözle Atatürk’ün hakaret dolu sözlerini tercüme eden ve bir saat sonra Moskova’ya şifreli raporunu bildireceğine şüphe bulunmayan sefaret tercümanına baktı. Elçinin endişesi yerinde idi. Çünkü tercüman GPU’nun, yani Sovyet gizli istihbaratının adamı idi. Karayan Atatürk’ü büfeye davet ederse konuşmanın başka bir cereyana varabileceğini sanıyordu. Telaşla:
- Bir bardak şampanya almaz mısınız Ekselans? dedi.
- Hayır…
- Bir kadeh votka?
Atatürk yüzünü ekşiterek:
- O Rus içkisinden hoşlanmam, ben Türküm, rakı içerim.
Büfedeki garson elleriyle yok işareti yaptı.
- Maalesef büfemizde rakı yok Ekselans.
- Türk misafirinize Türk içkisi ikram edemeyeceğinizi zaten biliyordum. Onun için kendi rakımı beraber getirdim.
Atatürk yaverine işaret etti. Uşaklar hemen büfeye bir sandık rakı getirdiler. Nihayet Karahan Atatürk’e susuz rakısını uzatabildi. Atatürk kadehini kaldırdı ve:
- Elçi beyefendi, dedi, buna Türk rakısı derler. Moskova’da Kalinin midir, Stalin midir, yok ne karın ağrısı ise o herife söyleyin, biz Türkler asırlarca Rusya’nın göbeğinde rakı içmiş bir milletiz, icap ederse yine içmesini de biliriz. Bu kadehimi Türk milletinin hayrına ve hiçbir zaman ‘Rus bölgesi’ derecesine düşmeyecek olan istiklâlinin şerefine içiyorum.
Atatürk kadehini bir yudumda boşalttıktan sonra, Sovyetler Birliği ve Stalin hakkında ağzına geleni söyledi. Rus mütercim bu sözleri aynen tercüme etmeye cesaret edemiyor, tahrife çalışıyordu. Atatürk sözlerinin kâfi derecede tesir etmediğini elçinin suratından anlayınca tercümanın vazifesini lâyıkıyla yapmadığına kanaat getirerek herifi kovdu ve su gibi Rusça bilen maiyet zabitlerinden birini çağırdı. Yeni tercüman Atatürk’ün Stalin ve Sovyetler Birliği hakkında sarfettiği tahkir edici sözleri Büyükelçiye bir bir tekrar etti.
Atatürk dans müziği çalan Balalayka orkestrasını susturdu, beraberindeki saz takımına işaret edip bir zeybek çaldırmaya başladı. Başta kendisi, bütün Türkler zeybeğe kalktılar. Rus ihtilâlinin yıldönümünde Ankara’daki Sovyet Elçiliğinin büyük salonu bir Türk şölenine tanık oluyordu.
Ertesi gün Karahan, Stalin’in emriyle Türk Hariciye Vekâletine sert bir nota tevdi etti. Hariciye vekili Tevfik Rüştü Aras elçiyi teskin etmeye çalışıyordu.
- Canım, Cumhurreisimiz şaka etti. Politbüro Sekreterini tahkir etmek aklından bile gezmezdi.
Stalin, Büyükelçi Karahan’ı geri çağırdı. Elçi, vaziyeti idare edemediğinden ceza görecekti. Atatürk’ün hakaretlerini dinlemeyip Türkiye Cumhurreisini sefaretten kovması gerekirmiş.
Atatürk, Karahan’ın vedasını arkadaşlarına şöyle anlatırdı:
- Kendisini veda için kabul ettiğimde ölü gibi idi. ‘Gitmeyeceğim’ sözünü söylemesini dört gözle bekliyordum. Kendisine bunu ben telkin edemezdim. Fakat kalsa idi, Türkiye’de ona melce (sığınak) verirdim.
Karahan başına gelecekleri biliyordu. Giderken ‘Aurevoir’ (görüşmek üzere) değil, ‘Adieu’ (elveda) dedi.”
Mustafa Kemâl Atatürk öldüğünde, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan kalan borçların büyük ölçüde ödemişti; kimseden artık tek kuruş almıyordu; Türk lirası dolara hemen hemen eşitti. 15 yılda yurdunu demir ağlarla örmüş, belli başlı üretim alanlarını diriltmiş, bağımsız bir işleyim kurmuştu; yaptığı uçakları sömürgeci Avrupa ülkelerine bile satıyordu; ve gerek Balkanlar’da, gerek Ortadoğu’da yalansız, sağlam dostluklar, dayanışmalar yaratmıştı.
Ama 1919’da ona Amerikan korumasını kabul ettiremeyenler, hemen koşup dünyamızın baş belalarından İngilizlerle, Fransızlarla anlaşmalar imzaladılar; sonra gidip asıl buyurgana, ABD’e teslim oldular.
Çekmekte olduğumuz, çekeceğimiz acılar hep bu yüzden.
Bakalım halkın okumuş sivil-asker çocukları bunun ayrımına ne zaman varacak?
*
Şimdi de size, ortalığı kasıp kavuran domuz gribi konusunda Küba’nın aldığı önlemleri duyurayım:


Küba, pandemik AH1N1 konusunda benzersiz önlemler alıyor. Sağlık
personeli ve diğer sektörlerden görevliler ülkedeki tüm gebe ve
loğusa kadınları günlük olarak ziyaret etmeye başladılar. Günlük
ziyaretlerin amacı, gebe ve loğusa kadınlarda solunum sistemiyle
ilgili bir hastalık belirtisi görülüp görülmediğini saptamak. .

Küba'nın domuz gribi salgını ile mücadele programı kapsamında gündeme
gelen bu uygulama, hamile ve loğusa kadınların tehlike altında olmaları ve hastalığın bu kesimde beklenmeyen önemli gelişmelere yol açabilmesi
nedeniyle başlatılmış durumda.

Küba Sağlık Bakanlığı birinci basamak sağlık hizmetleri ulusal
sorumlusu Dr. Doris Sierra Pérez'in Granma Diario'ya verdiği bilgiye
göre, söz konusu uygulama, virüsün birkaç saat içinde akciğerlerde
önemli örselenmelere yol açması , bu durumda hastaların hemen
yoğun bakım birimlerinde tedavi altına alınması gereği gözetilerek
geçen Eylül ayında başlatılmış.

Eylül ayından başlayarak, yerel sağlık görevlileri, sağlık
durumlarının iyi olduğunu teyit etmek üzere hamile ve loğusa kadınları
günlük olarak evlerinde ziyaret ediyorlar. Grip belirtilerinin
görülmesi durumunda hastane yönetimleri durumdan haberdar ediliyor ve
hemen tedaviye başlanıyor.

Granma Diario'ya verilen tahminlere göre ülkedeki 65,456 hamile ve
16,507 loğusa kadından yüzde 96'sı günlük olarak ziyaret ediliyor ve
bunlardan 12,065 tanesi ise hastanelere yönlendirilmiş.

Programa sağlık çalışanlarının yanısıra tıp öğrencileri de katılıyor.
Ayrıca, kitle örgütleri ve toplumun diğer kesimleri de çalışmaları
destekliyor.

Toplum sağlığını başlıca insan haklarından biri olarak değerlendiren
devrimci bir hükümetin varlığı, sınırlı kaynakları olan bir ülkede
sağlık alanında büyük başarıların sağlanmasını mümkün kılıyor. İlk
parti aşı henüz ülkeye ulaşmamış olmasına rağmen, Küba şu ana kadar
pandemik AH1N1 nedeniyle ölenlerin sayısını 32'de tutmayı başarmış
durumda.

Bunu başaran toplumun durumunu da kısaca özetleyelim yeniden: 50 yıldır amansız, acımasız ABD kuşatması altında yaşıyor; en temel ürünlerini satması yasak; 1991’de Sovyetlerin çökmesiyle, gelirinin %85’ini bir gecede yitirmiş; nüfusu yalnızca 11 milyoncuk; 6,5 milyarlık gizli ya da açık anamalcı okyanusun ortasında ufacık bir nokta.
Ama erkeğin kadını ve çocuğu ezmesi kesinlikle önlenmiş; kadınlar aydınlığa çıkarılmış; dolayısıyla binlerce yıllık ataerkil zorbalık sona ermiş. Toplum çocuklarına, onları doğuran analara baş köşeyi vermiş; en uzak dağ köyünde tek bir öğrenci varsa, onun başına bir öğretmen göndermiş; evinin çatısına güneş biriktireçleri yerleştirilmiş okulda, bilgisiyar başında, gönderilmiş cd’lerle, Havana’daki kardeşleriyle eşzamanlı olarak tıpatıp aynı eğitimi alıyor. Eğitimin hiçbir anına doğaötesi masallar giremiyor.
Tıp alanında dünyanın en ileri ülkeleriyle yarış içinde; ürettiği 38 aşının patentini küresel tekellerden kurtarmayı başarmış; üstelik,. İsterseniz, gelip ülkenizde bu aşının nasıl üretildiğini gösteriyor, üretimliğin açılmasına yardım ediyor.
Tarımda, besin sağlamada hiçbir yapay yola başvurulmuyor; çevre tertemiz, hava, su pırıl pırıl. Çünkü bunları size gittikçe artan ederlerle satan yok.
Son bir ayrıntı: milletvekilleri seçildikten sonra eski aylıklarını alıyor; emeklilik hakları yok; ek ödenek yok; Fidel, 50 dolar cep harçlığı alıyor, bir hekim de 30 dolar.
Kimse de çıkıp ödenek yok, altyapıya yatırım yapamıyoruz diye halkını kandırmıyor.
Dünya televizyonları, boyalı basını bunalım atladı, atlamak üzere; yakında her şey eskisinden daha iyi olacak demeyi sürdürdüğü için, kimse bu sözlerimize kulak asmıyor; oysa ANAMALCILIK BALONU PATLADI, BÜTÜN İNSANLARIN KÜBA’DAKİ GÖNÜLLÜ DAYANIŞMAYA, YARDIMLAŞMAYA GEÇMESİ GEREKİYOR!

Berfin/Bahar, s.143, Ocak 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder