“HANGİ DÜNYA DÜZENİ?”
Bu, sevgili Bânû Avar’ın son kitabının adı; her zamanki gibi, televizyon için hazırladığı metinleri biraz daha geliştirip kitaplaştırmış; çok da iyi etmiş elbet, çünkü TRT’deki “Sınırlar Arası’nın ardından, ART’deki çarpıcı belgeselleri de kesildi.
Aslında olup bitenler, can çekişirken, milyonlarca insanın canı pahasına sürdürmek istediği dünyaya egemen olma, tek bir imparatorluk (?) kurma düşünü gerçekleştirmeye çalışan bir avuç (şimdilik etkili) çılgının aldıkları ve buradaki gönüllü maşalarına uygulattıkları küresel baskının sonucunda yaşanıyor, biliyorsunuz. O çılgınca düşe engel olacağını düşündükleri kişi ve kurumları şu da bu yoldan susturuyor, yok ediyorlar. Bânû’cum bu saldırının ilk kurbanlarından biridir, dolayısıyla çok çarpıcı bir simgedir: günümüzün en etkili iletişim aracı televizyonu gerektiği gibi çarpıcı, sarsıcı, yalın bir dille kullanmayı başaran ender insanlardandır.
Bakın ne diyor yaşadıklarımız ve kitabı konusunda:
“2009 yılı, yabancı güçlerin ve içerdeki işbirlikçilerinin gemi azıya aldıkları ve bunu açıkça ilan ettikleri yıldır…2009, tarihe bu şekilde geçecektir…”
Başımıza örülen çorapları gözler önüne sermek üzere çok tutarlı, bilinçli bir yaklaşımı ve anlatımı var sevgili Bânû Avar’ın:
“En kârlı iş: savaş.
Nazilerin en büyük destekçisi Almanya’nın silah fabrikası Farben’di. Savaşta büyük kâr etti. Peki bu şirketin ortağı kimdi? Rockfeller’e ait Standart Oil Company! Her iki şirket de savaşın üzerinden zenginleşti.
II. Dünya Savaşı sonunda yüz binlerce insan can verdi. Ama birileri kazanmıştı. Rockfeller, savaşın sonunda, yüzlerce milyon doları kasasına atmıştı. Savaş ABD’ne 30 milyar dolara mal oldu. Bu para Dış İlişkiler Konseyi’nin denetimindeki Amerikan Merkez Bankası’ndan bor alınarak harcandı. Amerikan Merkez Bankası bir şirketti. En tepedekiler Dış İlişkiler Konseyi üyeleriydiler. Her bir dolardan büyük kâr elde etmekteydiler. Amerikan bankacılık sistemi eşittir tefecilikti (aslında bütün dünya bankaları için geçerlidir bu söz,B.O.). Savaşlarda en çok onlar kazandı.
Savaş sırasında New York’taki bankalar kat be kat büyüdüler. Onlar Nazilerin paralarını aklıyorlardı. Bu bankalardan birinin başında Preston Bush adında bir adam vardı. Savaştan en çok o kârlı çıktı. Daha sonra oğlu ve torunu da onun izinden gidecek, servetlerine servet katacaklardı…Tüm Bush sülalesi, CFR’nin (Dış İlişkiler Konseyi’nin), kafatası ve kemikler olarak bilinen gizli ırkçı örgütlerin üyesiydiler.
Torun Bush, 2001’de ikiz kuleleri bahane ederek, Afganistan ve Irak’ı kana bulayacak, milyonlarca dolara el koyacaktı.
Savaşlar çok kârlıydı!
Bahaneler yaratılır.
Savaşlar için geniş kitleleri ikna edecek bahaneler lâzımdır. I.Dünya Savaşı’nda bir Amerikan gemisi feda edilmiş,gerekli bahane yaratılmıştı.II.Dünya Savaşı’na girebilmek için Amerika, Pearl Harbour’un senaryosunu önceden yazmıştı…
Vietnam’a girerken bahane Amerikan gemilerine saldırıydı. Ama daha sonra bu yalanlandı.
Ortadoğu ve Orta Asya’ya girmek için de bir bahane lâzımdı ve ‘yeni dünyacılar’ 11 Eylül bahanesini ellerindeki medya çarkıyla halka sahneledi…
Şimdi size ‘Uyan Amerika’ adlı belgesel filmden bir bölüm aktaracağım.
Belgeselde film yönetmeni Aaron Russo ile yapılmış bir telefon röportajını yer verilmiş.
Russo, Rocfeller ailesinden Nicholas’la yakın dost…Aralarında geçen ve dostluklarını bitiren tüyler ürpertici konuşmayı şöyle aktarıyor:
Tarih, Kasım 2000. Yani 11 Eylül’den 11 ay önce.
‘Bir gece beni aradı ve ‘bir şeyler olacak’ dedi. Afganistan’a gireceğiz. Hazar’dan boru hattı geçireceğiz. Irak’a gireceğiz, petrole kavuşacağız, oraya konuşlanacağız.
Venezülla’ya gireceğiz…’ diye devam etti.
‘Söylediklerinin ilk ikisi gerçekleşti…Gülerek bana: ‘oralara hiç bulamayacağımız birilerini aramaya gideceğiz…’diyordu. ‘Terörle savaş’ lâfını tekrarlıyordu. ‘Malum’ diyordu, ‘terörle savaşı kimse kazanamaz! Ama bu bahane sana çok şey imkân yaratır…” Gülüyordu.
‘Herkesi nasıl bu kadar saçma bir bahaneye inandırabilirsin ki?’ diye sordum.
‘Medyayla’ dedi. ‘Unutma, bir şeyi çok tekrarlarsan, herkes inanır!’ diye ekledi.”
11 Eylül şokundan sonra dünyanın her tarafında onlarca bilim adamı bu anlaşılmaz olayı anlatmaya çalıştı. Kimse anlayamadı…Amerikalı araştırmacılara göre, medya, 11 Eylül’ü paketledi ve Amerikan halkına sattı.
Gerçek ve yalan birbirine karışmıştı, ikiz kulelerle ilgili tüm deliller karartılmıştı. Öyle ki, New York Belediye Başkanı Giuliani, deliller araştırılmadan, binalardan kalan her şeyi ortadan kaldırmıştı. Olay yerinde inceleme yapılmasına imkân tanımamıştı. Bir olay, oldu, bitti! Sonuç mu?
Amerikan ordusu Afganistan ve Irak’taydı!
Uyku ilaçları ve küresel planlar.
El Kaide ile Usame Bin Ladin, Rockfeller’in dediği gibi, hiç bulunamadı.Medya insanların beynine ‘El Kaide, Taliban, Terör, Savaş’ kelimelerini kazıdı. Şimdi korku vardı…Yeni terör yasaları vardı, faşizan baskılar vardı.
Adım adım ilerleyen senaryoya göre, büyük kriz kapıdaydı. Kriz, küresel seçkinlere yeni fırsat kapıları açacaktı.
Dünyada boyun eğmeyen uluslar vardı, kriz bu ulusları yola getirecekti…Rockfeller’e göre, Yeni Dünya Düzeni topyekûn bir değişimle gelecek, küresel kriz bu değişimi tetikleyecekti! 1994’te şöyle diyordu:
‘Küresel bir değişimin eşiğindeyiz! Beklentimiz, tam zamanında gelecek bir bunalımdır. Uluslar Yeni Dünya Düzeni’ni o zaman mecburen kabul edeceklerdir!”
Goethe’nin sözünü biliyorsunuz: nedir en zor şey? Görmek, gözünün önünde duranı.
Buna belki şunu eklemek gerekiyor artık: ve işitip anlayabilmek açıkça söyleneni!
*
Bânû Avar’ın hepimize görüntülerle, yazılarla gösterip anlatmaya çalıştığı bu Yeni Dünya Düzeni’ni yerküreye dayatanların başında gelen ünlü CFR’yi (Dış İlişkiler Konseyi’ni) Türk okuruna bıkıp usanmadan, bütün ayrıntılarıyla açıklamayı görev edinenler arasında sevgili Erol Bilbilik da var elbet.
Nitekim bu ay ar arda yayınlanın iki kitabı bu konuyu işliyor: Dış İlişkiler Konseyi, CFR- Türk Bildergbergleri ve Derin Dünya Devletinin Adamları. İlkini Dama yayınları, ikinciyiyse Kırmızıkedi yayınevi basmış.
Gelin bunlardan da birkaç satır okuyalım birlikte; ilk alıntı yine Rockfeller’den:
“Dünyada bir devlet oluşturduğumuzda, modern dünya daha mükemmel ve daha istikrarlı olacaktır. Halkların kendilerini yönetme hakları, artık dünya bankerleri ve aydınları olan bir avuç seçkin’e geçecektir. Yüzyılımızda izleyeceğimiz strateji budur.”
İkinci yönerge, belki bin yıldır insanlığın tepesinde oturan birinden, Henry Kissinger’dan:
“Hangi yol seçilirse seçilsin, Birleşik Devletler’e ve Avrupa’ya dayanan çokuluslu şirketler, küreselleşmeyi yönlendiren lokomotifler olarak gözükmektedir. ABD’nin Avrupa’nın çokuluslu şirketleri, gelişmekte olan ülkelerin şirketlerini yutacaktır.”
Bakın George Kennan amca çok daha açık sözlü:
“Dünya servetinin %50’sine, buna karşılık nüfusunun %6,3’üne sahibiz. Bu durumda kıskançlık ve kızgınlıklara hedef olmamız gayet normaldir. Önümüzdeki dönemde bu ayrıcalıklı konumun sürmesini sağlayacak bir ilişki ağı kurmalıyız. Korku salarak dünyayı sindirmeliyiz.!”
Eh, yerli destekçi de gerekir elbet özlenen bu düzeni oluşturabilmek için, alın size Rahmi Koç:
“Dünyada yeni bir global sistem oluşmuştur. Dünyanın en büyük 5 ekonomisi artık devletler değil, özel şirketlerdir.”
Bütün bunlar bu kadar açık seçik söylenirken, iletişim araçlarındaki görevli yorumculara düşen, işittiklerimizin, okuduklarımızın bizim anladığımız anlama gelmediğini, şunu şunu demek istediğini, epey yüksek bahşişler karşılığında sabah akşam yinelemektir.
*
Bânûcuğum, hem kitabını anlatmak hem ülkemizin başındaki sorunları konuşmak üzere art arda pek çok kanala konuk oldu; bu söyleşiler sırasında bir ara söz Atatürk’ün temellerini attığı ulusal çözümler karşısında beliren Batı hayranlığına, Batı’ya öykünmeye da geldi; bu bağlamda, Köy Enstitülerini kanımca yanlış değerlendirdi.
Özellikle çok sevdiği, hayran olduğu iki yazara, Atilla İlhan ile Kemâl Tahir’e dayanarak, bu okulları “çocuklara mandolin tıngırdatmayı, Shekespeare oynamayı öğreten” okullar olarak nitelendirdi.
Gerçekten bu kadar sığ, özentili kurumlar mıydı o okullar? Ve hangi amaçla açılmışlardı?
Atilla İlhan’ın, Paşa İsmet’e yeğlediğini sık sık vurguladığı, ama nedense bir türlü Atatürk diyemediği Mustafa Kemâl’in: “ben socialisme d’état (devlet eliyle yürütülecek toplumculuk) istiyorum” sözünü benim gibi Bânûcuğum da biliyordur. Ama önce Kurtuluş Savaşı’nı verdiği, sonra Cumhuriyetimizi kurduğu yol arkadaşlarının hangisi, Kapkarabekir Kâzım mı, Çakmak Fevzi mi, hattâ Fransız lisesinde okumuş Cebesoy Ali Fuat mı inanıyordu devlet eliyle toplumcu düzen kurulmasına?
Atilla İlhan, Atatürk diyemediği Mustafa Kemâl’in dil devrimine karşıydı; canla başla Osmanlıca’yı savunurdu; bunu o kadar ileri götürdü ki, devrimciliğini unutup, 12 Eylül paşalarının televizyonuna çıktı, ateşli savunmalar yaptı.
Oysa, sevgili Özer Ozankaya’nın yerinde tanımıyla, Atatürk devrimi bir uygarlık tasarımı’ydı, bir bütündü ve temel direği elbette dildi; her harfi, her sözcüğü sonu gelmez tartışmalar yol açan Arap abecesiyle bu köklü dönüşümü nasıl sağlardınız?
Müselles yerine açı, mevhum yerine kavram, şuur yerine bilinç demenin Atilla İlhan’a neden bu kadar aykırı geldiğini hiçbir zaman çözemedim.
Oysa sevgili Bânû Avar’ın çarpıcı belgeselleri, bir toplumu çökertmek, bir ülkeyi yutmak isteyen İngilizlerin (ve bütün öbür sömürgecilerin) ilkin o halkın dilini yozlaştırıp ortadan kaldırdıklarını sayısız kez vurgular.
Kaygısı, Osmanlı döneminde Türklerin biriktirdiği belge ve bilgilerin yitip gitmesi miydi acaba? İyi ama bunun da kolayı vardı, eski Fransızca ya da İngilizce’yi öğrenen uzmanların yaptığını burada da yapardınız, Arap yazısını okuyup yazabilen uzmanlar değer verdiğiniz bütün bilgi ve belgeleri unutulup gitmekten kurtarırdı.
Kurulan uygarlık tasarımı’ında, Köy Enstitüleri’nin çok temel bir işlevi vardı: bu okullar, 600 yıl savaşıp şehit olmak üzere imparatorluğun dört bir yanındaki cephelere sürülmenin dışında kendi yazgısına bırakılmış Anadolu köylüsünü, bu toprakların asıl sahiplerini ışığa, aydınlığa, çağdaş uygarlığa kavuşturmak üzere günün koşulları içinde düşünülmüş en gerçekçi, en etkili çözümdü: henüz hiçbir alanda temel eğitim okullarını kurup açamamış bir ülkede, hiç değilse askere alınan uyanık köy çocuklarına kimi temel becerileri kazandırmayı; sonra onları doğdukları yere gönderip uyanışı kökten sağlamayı amaçlıyordu.
Afrika’da Kalahari çölünde yaşayan çalıadamları gösteren belgesellere rastladınız mı bilmem? Evi bırakın, çadırları bile olmayan bu göçebe insanlar yaşadıkları bölgedeki ağaç ya da bitkilerden ok-yay, giysi, araç gereç yapmayı biliyor; yediden yetmişe hepsi balık tutmayı, tuzak kurmayı, avlanmayı beceriyor; hangi meyvenin yeneceğini, hangi bitkinin hangi hastalığa iyi geldiğini de biliyor.
Köy Enstitüleri, en son Kurtuluş Savaşı’nı da başardıktan sonra sözün tam anlamıyla yoksul ve yoksun kalan Anadolu halkını, onları yok etmeye yemin etmiş sömürgeci Batılılara el açmadan, kendi ayakları üzerinde duracak, kendi ekmeğini ve ışığını kendisi yaratacak donanıma kavuşturmak üzere açılmıştı. Nitekim görenin kahkahalara boğulduğu çorak topraklar üzerinde kendi okullarını kurdular, sularını getirdiler, elektriklerini yaktılar, bağlarını bahçelerini yeşerttiler, kendilerini besledikten başka artan üründen gelir ile elde ettiler.
Sevgili Mustafa Kemâl Atatürk’e ayak uydurup güzelim onurlu, yalnız ülkemizi devlet eliyle toplumcu kılma atılımını (CHP’nin altı oku bu iş içindi) desteklemek yerine ellerinden gelen her yolla kösteklemeye çalışan yerli baltacılara Amerikalı iyiliksever (?) danışmanlar da eklenince, Paşa İsmet, daha önce söylediği, ak kâğıda geçen bütün övücü sözleri bir yana bıraktı, Türk toplumunu bence Moskova’daki denemeden daha büyük bir hızla daha adil, daha uygar bir düzene geçirmenin temel taşlarını önce tutucuların, gericilerin saldırılarına karşı yalnız bıraktı, kapatmaktan beter duruma düşürdü; bununla da yetinmedi, şimdi ilericilerin bütün günahını tutucu, sağcı siyasetçilere yükledikleri okulların, İmam Hatiplerin ilkini kendi eliyle açtı.
Dolayısıyla,Köy Enstitüleri’ni değerlendirirken,Mustafa Kemâl Atatürk’ün Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma ülküsünü unutmamak gerekir.
Atilla İlhan ile Kemâl Tahir hangi duygusal gerekçelerle bu düşünsel yapısı sağlam, gerektiği gibi sahip çıkılmamış okullara karşı olduklarını bilemem elbet; boş kestirimlerde bulunmak da istemem.
Ama ne kadar sağlam, gerçekçi çözüm olduklarını hepimiz sayısız kanıtla gördük ömrümüz boyunca; bir ara, o okulların bize kazandırdığı pırlantalardan Fakir Baykurt ile Atilla İlhan arasında yaşanan çatışmayı çok iyi anımsıyorum: Köy romanı-köy yazını konusunu tartıştılar.
Oysa, konu başlığı yanlıştı bence, Fakir Baykurt’un da belirttiği gibi, romanın, yazının köylüsü kentlisi olmaz, olamaz; köyde ya da kentte geçen roman ya da öykü olur. Nitekim Atilla İlhan’ın kimi kahramanları Paris’te yaşar, kahvelerinde, içkievlerinde dolaşır; ama bu romanlar Türk yapıtıdır. Fakir Baykurt’un roman, öykü kahramanlarının çoğu köylüdür elbet, ama onlar da yerelden yola çıkıp evrenseli yakalamayı başarmış üstün yapıtlardır.
Köy Enstitüleri oralara gelebilen talihli Türk kızlarıyla oğlanlarına öyle iş olsun diye mandolin, keman çalmayı değil; müziğiyle, dansıyla, tiyatrosuyla, şiiriyle yaşamın bütününü öğretmeyi, yaşamı sanata çevirmeyi öğretmek üzere açılmışlardı. Bütün engellemelere, baltalamalara karşın, yaşadıkları kısa dönemde verdikleri ürünler hâlâ toplumun yüzakıdır.
Bânûcuğum unutulmaz bir belgeselle değerlendirdiği Küba’da, Fidel Castro, Havana’ya gelişinin daha ikinci günü, Batista’nının yüzüstü bıraktığı bale kurumunun yöneticisini görmeye gelir; adamcağız, kurumunu diriltmek üzere 100.000 dolar isteyebilmek için kıvır kıvır kıvranırken, hazinesi o iğrenç zorba tarafından soyulmuş ülkenin 200.000 dolarını avucunda buluverir.
Bu parayla ilkin elbet Giselle, Kuğu Gölü oynayacaktır balecileri; ama iki gün sonra Küba’ya özgü danslar, ezgiler de girecektir nasıl olsa balelerine; nitekim girdi de; bugün örneğin İngiliz Krallık Balesi Küba’ya geldiğinde, Kübalı ya da evrensel yapıtları büyük bir ustalıkla yorumlayan insanları görüp alkışlıyor.
Evrensel dilleri öğrenip uygulamakla kör, sığ öykünmeciliği birbirine karıştırmamak gerekiyor, öyle değil mi?
Günün birinde oyunuyla Küba’da tiyatro ödülü kazanacak bir Güngör Dilmen yetiştirebilmeniz için, önce Moliére, Çehov, Brecht oynamayı öğrenmeniz gerekir.
Sözümüzü Köy Enstitülerinin bize kazandırdığı Ali Yüce’nin bir şiiriyle bitirelim:
NÜFUS CUZDANIM
1928’de / Yamyassı bir çocuktum / Yorgun argın bir anadan / Ekin tarlasında doğdum / Yürümeye başladığımda / Keçilere çobandım ben / Tanımazdım uygarlık kim / Yabandım ben
Köy Enstitüsüne gitmezden önce / Molla Osman’ın yanında / Fes giyer sarık bağlardım / Atatürk kim bilmezdim ben / Bilmezdim Türk olduğumu / Sevinince Farsça güler / Üzülünce Arapça ağlardım / Beğenmezdim dünyayı ben / Öte dünyalıydım ben
1938’de / Atatürk selam göndermiş Hatay’a / Aydınlık göndermiş bize / Çağdaş uygarlık göndermiş / Öğrendim Latin abece’sini / Fesi attım şapka giydim ben / Korktum aynaya bakınca / Ürktüm kendi görüntümden / Boyumca günaha battım / Kovdum kendimi cennetten
Yıl 1946 / Düziçi Köy Enstitüsünde / Bu dünyaya ayak bastım ben / Ekmeğime ışık sürdü Tonguç / Eşitlik özgürlük sürdü beynime / Bin yıllık uykudan uyandım / Bir gramcık bilgi için / Tırmanmadık yokuş koymadım ben / Saz döktüm ömür tükettim / Öğrenmeye doyamadım ben
Öğretmenlerimin öğretmeni / Hasan Âli Yücel / Ve İsmail Hakkı Tonguç / Ne desem size bilmem / Dilim varmaz ne söylesem / Beğendiniz mi yaptığınızı / Köy Enstitüsüne gitmeseydim eğer / Teneke yitirsem altın bulurdum / Elimde kapı gibi cehalet diplomam / Ve safsata patentimle / Dörtnala koşardım ortaçağa / Demokrasi şampiyonu olurdum
Berfin/Bahar.s144. Şubat 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder