“Nedir en zor şey? Görmek gözünün önünde duranı”,demiş ya Goethe; bu savurgan, yalancı talancı düzensizlik içinde çoğumuzun ömrü böyle geçiyor. Ben de en az 1960’lardan beri dört bir yana koşsam, elime geçeni okusam, eriştiğimi izlesem de pek çok alanda bu sözün doğruluğunu canımla görmek zorunda kaldım.
Bunun örneklerinden biri de Nevin İşlek oldu; sözümona hemen bütün öykü dergilerini okuyordum, ama en küçük bir iz yok onunla ilgili öykü yazdığı dönemden; aynı şey ressamlığı için de geçerliydi; bereket günün birinde öykücü-ressam dostu Sevil Güner Ener, Hobi galerisinin sahibi sevgili İnci Bengisep’e duyurmuş, ilk sergisi açıldı 1988’de. Ben de, resimseverler de onu tanımış olduk.
Geçen yıl, Atila Yalın’ın yönettiği Bindallı Sanatevi’nde sergi açtı; Zafer E. Bilgin bu sergiden yola çıkarak yaşamını ve resimlerini özetleyen bir kitap hazırlamış; kitabın grafik tasarımını Mehmet Özalp yapmış. Zafer E. Bilgin, Yıldız Cıbırıoğlu, Muzaffer Akyol, Mecit Ünal, Güner Ener, Kiraz Perinçek, Murat Mıhçıoğlu, Dilek Şener birer yazı yazmışlar. Nevin’in de iki yazısı var kitapta, dünya ve sana görüşünü yalansız dolansız, içtenlikle anlatan.
Öbür ustanın, Demokritos’un sözünü de biliyorsunuz: “evrendeki her şey olasılık ve gerekliliğin ürünüdür”.
Kitabın 9. sayfasındaki bir karakalem çizim Nevin’in doğuştan resimleme yeteneğiyle geldiğini gösteriyor; ama bu yetmez elbet, bireyin o yeteneği sezmesi, ona göre adımlar atması, o yolda eğitim görmesi de gerekir. İşin toplumsal yanı aksayınca, Nevin sorunu kendi başına çözmeye koyulmuş yazdığına göre; sezgisel olarak düşünmüş taşınmış, bana bir çıtaya gerilecek resim bezini (tuali) kim öğretebilir en iyi? Bedri Rahmi Eyüboğlu; oturmuş, yüzünü hiç görmediği Usta’ya, Akademi’ye mektup yazmış bana tual yapmayı öğretin lütfen diye.
Çok şaşırtıcı, hemen yanıt gelmiş, hem de yarısı resimli bir kâğıtla;ama tuali yapmak yetmiyor, resim bir türlü ortaya çıkmıyor; yılmıyor, yıllar sonra, özel bir dershanede yeniden buluyor Ustasını; o da her zamanki coşkulu, açıksözlülüğüyle, Dört küheylan çeker arabamızı/ biri çizgi/ biri leke/ biri renk/ biri benek ; bunları kullanmayı öğrenirseniz, sarayın bütün kapılarını açar, girersiniz içeri demiş; ve bu kadarı yetmiş Nevin’in kendi anlatım yolunu bulmasına.
“Ben girdim. Anahtarı çevirdim ve girdim. Tıpkı harfleri öğrenir gibi tek tek bu elemanları kullanmayı öğrenerek. Tek tek harfleri öğrenip alfabeyi çözer gibi.”diyor Nevin. Ve ekliyor: “Onu özlüyorum. Ne yazık ki yok. Umutsuzca, çaresizce yok. Son yıllarımın resimlerine, son on beş yılın resimlerine birlikte bakmayı çok isterdim! Asıl görmesini çok istediğim resimlerime!”
Sanatsal bilinç tamam, peki ya işin toplumsal yanı? O da benim gibi Tekirdağ’da doğmuş; bakın ne diyor doğduğu kent için:
“Tekirdağ…sessiz, tenha Tekirdağ, tepelerde kuş sesleriyle kavuniçi sabahlara uyandığım, anneannemin deniz kenarındaki beyaz yalısında denizi, denizin her halininin seslerini dinlediğim…koca evi sarsan, titreten dalgaları, iç çekişlerini ya da tül gibi, yumuşacık bir öpüş gibi hışırdayarak üzerimizden geçen..Bahçeli, küçük tahta evler hâlâ yerli yerinde duruyor gibi; gözlerimin önünde. Ve bir de çiçek kokularını hiç unutmuyorum. Her bahçede, her pencere kenarında özenle , sevgiyle büyütülen, bakılan çiçeklerin kokularını…Tekirdağ, bir yokuş yer… yukarılardan aşağılara, deniz kenarına inen bir yamaca kurulmuş. Daha yukarılarında sıradağlar var sanırdım küçükken, tepelerinin arkasına tekir kedilerin saklandığı…
Tekirdağ için onurla şunu da yazmadan edemem. Evet, hem de kocaman bir onurla, göğsüm kabararak… Evet, Tekirdağ, bu sözcük, Namık Kemâl’le özdeştir benim için. Daha küçükken onu sevdim. Daha sonra okul kitaplarındaki o sakallı, güzel yüzünü de çok sevdim. Ve övündüm bu büyük yurtseverin hemşehrisi olduğum için.”
Cihat Burak gibi, çoğunuzun adın bile duymadığı Melih Özuysal gibi, yürürlükteki öğretilerin, eğitip yoğurmaların altında ezilmemiş, kendisi kalmak üzere didinmiş ve bunu başarmış bir öykücü-ressam Nevin İşlek; değiştirmek, daha adil, daha eşitlikçi, dayanışmacı kılmak istediği yaşama gücü yetmeyince, içindeki öfkeyi ince alayla dile ya da resme döküyor.
Bütün dersleri iyi, ama matematik zayıf, bu yüzden Orta Okulu bitirip Akademi’ye gitme olasılığı bile yok, çünkü lise 1’e bu dersten borçlu olarak yazılmış. Ama burada dilbilgisi kitabının yerini “Edebiyat” alıyor.
“Nereden çıkmıştı bu edebiyat? Misafir odasına kapanıyor; Han Duvarları’nı okuyordum…o açık yeşil badanalı duvarları. ‘Yağız atlar kişnedi/meşin kırbaç şakladı…’ Yaşıtım akraba kızı Aysel’den elden ele dolaşan bir şiir defteri gelmişti bana… Nâzım Hikmet… Bedri Rahmi…Celal Sılay şiirleri vardı defterlerde el yazısıyla… onlara da vurulmuştum…’O mavi gözlü bir devdi…miniminnacık bir kadını sevdi…’
Okulun kül rengi, soğuk taş merdivenlerini bir daha çıkmayacaktım…’Teneffüs’ zilinin sesini bir daha beklemeyecektim karabasanlarla…Ama o ‘edebiyat’ kitabı hep yanımda oldu; ondan ayrılamadım.
Böylece ‘ev günleri’ başladı. Uzun süren, yıllar süren, boşa geçmiş günler… Tek eğlencem sinemaydı; haftada bir Salı günleri ablamın arkadaşlarıyla gittiğimiz…Filmleri bitirmiyor, evde de renkli kalemlerimle sürdürüyordum masaya kapanıp öbür haftaya kadar.
Benim kuşağım bu renkli Amerikan filmleriyle uyuşturuldu…Kendi gerçekliklerinden uzak, pembe düşlerle…Kâğıttan yapıp kestiğim kızları, gene kendi toz boyalarımla renklendirdiğim petrol rengi havuzlarda yüzdürürdüm. Esther Williams gibi…
= günlerde, biraz daha sonraki günlerde bir adam öldü. Onun maskını aldılar, o maskı, o adamın uzun, buruşuk pardösüsüyle kocaman bir fotoğrafını ve o adamın bir ‘öykü’sünü Resimli Hayat dergisinde yayınladılar. O dergi, bizim eve de giriyordu.
O ‘öyküye’ tuhaf bir tutkuyla bağlandım. O öyküye neredeyse tutkundum. O öykünün adı ‘Lüzumsuz Adam’dı. Her gün geçtiğimiz sokaklardan, çamurlu, bakımsız sokaklardan geçiyordu bir adam, bir çorbacıya girip karnını doyuruyor, sonra gene o sokaklardan geçip bir başına yaşadığı odasına dönüyordu.
İnsan ‘yalnızlığını’ da sevebilir demek ki? Kendi gerçeklerin benimseyebilir, yüceltebilir dahası?
Sait Faik’le ‘yalnızlığımı’ sevmeyi öğrendim. Kendi gerçeklerimi benimsemeyi.
Ayrıca onu çok sevdim; sarı saçlarını, mavi gözlerini, uzun pardesüsünü hep sevdim. Hep yanımda oldu yalnızlığımla özdeşleşerek, ‘arkadaşım’ olarak, birbirimize ‘lüzumlu’ olarak…”
Evet, işte böyle duyarlılık var kitabı dolduran sıra dışı resimlerin arkasında.
Nevin İşlek’ten resim alamazsınız belki, ama hiç değilse bu kitabı armağan edin kendinize.
*
Son günlerde, Muhteşem Yüzyıl adlı dizi ortalığı kırıp geçiriyor. Bize okutulan tarih kitaplarının Süleyman Sultan’a yakıştırdığı niteleme sıfatı alınmış, yüzyılın başına oturtulmuş, sultan yüz yıl yaşayamadığı için mi, yoksa başka bir amaçla mı bilmiyorum elbet.
Ama bildiğim birkaç şey var; Süleyman Sultan Viyana kapılarına dayandığında, 1453’te atası Mehmet Sultan’ın İstanbul’u alışından beri tiril tiril titremekte, Osmanlılardan nefret etmekte olan Avrupalıların korku ve nefreti doruğa çıkmış olmalı; sevgili dostum, araştırmacı Halûk Tarcan hepsinin atası, imparatorluğa adını veren Osman Sultan’ın Türk olmaktan utandığını, dolayısıyla Otman olan adını değiştirip Osman’a çevirdiğini anımsattı geçende. Demek kimlikte, kişilikte ilk çatlak Osman’la başlamış. Bununla da yetinmemiş Osmanlı sultanları; Anadolu Türk kızların bırakıp ele geçirdikleri ülkelerin küçük yaşta tutsak edilmiş kızlarını cariye, eş yapmaya girişmişler; dizide bunun çarpıcı örneklerini görüyoruz ağzımızın suları aka aka. İyi de, zorla cariye, eş, hattâ Müslüman yapılan bu kızlar geçmişlerini, atalarını, yurtlarını belleklerinden siliyorlar; kusursuz birer Osmanlı, Müslüman mı oluyorlardı acaba?
Muhteşem nitelemesini Süleyman Sultan kendi kendine vermiş olamayacağına göre, korktukları yırtıcının sırtını sıvazlayıp yatıştırmaya çalışan Avrupalıların verdiği; kendi soyunun geleceğini de, Anadolu halkının yazgısını da hiç düşünmeyen Sultan’ın da güle oynaya benimsediği anlaşılıyor. Ve kurnaz Avrupalılar, henüz kılıçla yenemedikleri saldırganın altını boşaltmak üzere, onun boş kendini beğenmişliğini de okşayarak, ilk ödünleri, azınlıklara tanınacak ayrıcalıkları (kapitülasyonları) koparmaya girişirler biliyorsunuz: kâğıttan aslan hapı yutmaya başlamıştır. Ee, bu Sultan’ın da, yaşadığı yüzyılın da neresi muhteşem o zaman?
Sultan Selim’in de niteleme sıfatı var: Yavuz. Peki Moğol Timur’a diş geçiremeyen; buna karşılık Arapları kılıçtan geçiren, Halifeliği onlardan koparıp kendine armağan eden Selim Sultan’ın yavuzluğu nereden geliyor acaba? Olsa olsa Anadolu’nun güzelim Alevi halkını kılıçtan geçirmesinden, diri diri kuyulara gömmesindendir. Dikkat edin, bu Alevi kırımını gerçekleştiren Ermeni ya da Nazi değildir, Osmanlı Sultanı’nın kendisidir.
Sultanların muhteşemi de, yavuzu da, fatihi de kendi kaynağına, Anadolu’ya en küçük bir yatırım yapmamış, halkını eğitmemiş, elinde tutamayacağı, tutmaması gereken topraklarda ölüme sürmüştür altı yüzyıl!
Övündüğümüz sanat yapıtlarını, camileri, köprüleri, külliyeleri de zorla Osmanlı, Müslüman yapılan mimarlar yaratmıştır.
Kurnaz, sömürgeci Avrupalılar geçmişte de, bugün de iliğimizi kemiğimizi yutarken, as sonra gırtlağını keseceği oğluna “sakın korkma, hiç acımayacak” diyen masal kahramanına benziyorlar. Onlar bu insan kasaplığını sürdürürken küresel harakiri yapıyorlar elbet, ama Anadolu halkının kuzu kuzu boynunu uzatmasını sağlamak üzere geçmişte ve bugün bu cellatlarla işbirliği yapan ağalar beyler onlardan çok daha suçlu ve sorumlu.
Televizyon başındaki milyonlar Muhteşem Sultan kadınlarını dudaktan mı öperdi, içki içer miydi gibi sanal sorularla uğraşırken Anadolu’nun, Orta Doğu’nun, Kafkasların yer altı, yerüstü kaynakları tereyağından kıl çeker gibi kapışılıyor.
Şimdi çok daha acı, acıklı bir oyun başlattılar: kendi buyrukları ve suç ortaklıklarıyla 30-40 yıldır ülkelerin başında tuttukları acımasız, soyguncu yöneticilere karşı o yoksul, eğitimsiz halkları sokağa döküp kendi yapılarını kırdırıp yaktırıyor, insanları birbirlerine öldürttürüyorlar. Ve bu korkunç yıkımları da dünyaya özgürlük, demokrasi kazanımları diye yayıyorlar 24 saat.
Bu tanımdışı oyuna tepki göstermeyen, sesini çıkarmayan Rusya ile Çin’in insanlık tarihi karşısında sorumlulukları çürümüş Avrupalılardan, Amerikalılardan çok daha büyük elbet; ama kim soracak onlara bunun hesabını? 11 milyoncuk Küba mı?
*
Küba dedim de, çok şaşırtıcı bir ayrıntı geldi aklıma; geçen gün kanal kanal dolaşırken, Ulusal Coğrafya Kanalı’nda bir belgesele rastladım, yazık ki yarısında: Küba kıyılarında yerli timsahların, Florida kıyarından gelmiş timsahlarla çiftleşip melez bir ırk yarattığı gösterildi; ardından Küba halkının doğaya, çevreye, bitkilere, hayvanlara yaklaşımı ele alındı. Ve ne gariptir, bu Amerikan belgeselinde, Küba halkının ABD’nin 50 yıllık haksız, acımasız ambargosuna karşın, kalkınma ile çevreyi korumanın el ele, atbaşı yürütüldüğü söylendi; bunun kalkınmakta olan bütün ülkelere örnek olarak gösterilebileceği belirtildi; kıyıya dizilmiş tertemiz, sağlıklı, sevinçli kızlar oğlanlar, kumları yarıp dışarı çıkmış kaplumbağa yavrularını el çırparak, çığlıklar atarak okyanusa saldılar. Çukulata tenli, ışıl ışıl gözlü bir hanım: Böylece hem çocuklarımıza havyanları sevmeyi öğretiyoruz, hem dünyamızın yaşam dengesini korumaya çalışıyoruz, dedi.
Evet, 6 milyar çılgına karşı, 11 milyoncuk güzel insan direniyor; bakalım hangi yan kazanacak?
*
İsmet bu sayıyı Fikret Otyam ayırdı ya; ben de Ali Yüce’nin sevgili dostumuza adadığı şiiri alayım buraya:
TUNNE
Merhaba Fikret Otyam
Tohtora anov tohtora
Götir beni tohtora
Döner benim başısi
Sancır benim karnısi
Tohtora anov tohtora
Götir beni tohtora
Kızısi canov kızısi
Benin gozil kızısi
Tohtor çoh uzaklarda
Para tunne yol tunne
Ayah tunne kol tunne
Nasıl gideh kızısi
Ataşi anov ataşi
Dünyayı yakar ataşi
Hem üşürem hem yanirem
Götir sat bu yorgani
Sen altıma kar döşek
Ört üstüme ataşi
Davıl benim karnısi
Gümbür gümbür sancısi
Ebe tunne tohtor tunne
Patlayi benim karnısi
Hem ben öldi hem yavrısi
Bilisen anov bilisen
Kimdir bunun suçlusi
Kızısi canov kızısi
Benim ciğer sızısi
Kefen tunne bez tunne
Gözlerimde yaş tunne
Niçin öldi kızısi
Bilirem canov bilirem
Kimdir bunun suçlusi
1975.
Not.Tunne, Arapça’da ‘yok’ demek.
Berfin, s.156, Şubat 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder