Asmalımescit’teki Galatea Galerisi’nde bir oymabaskı sergisi açıldı; Umut Germeç’in önderlik ettiği sergiye,Ahmet Umut Deniz’den Yusuf Katipoğlu’na 37 ressam katılmış; yüz yapıt yer alıyor hem sergide, hem özenle basılmış kitabında.
Kitabın oluşumuna ozan dostlarım Refik Durbaş’la Yaşar Miraç yazı ve şiirleriyle katılmışla; projenin uygulanmasında Galatea Sanat Kurumu’nun, Ezgi Öz’ün, Ursula Soltermann Katipoğlu’nun, Gravürist Sanatçı Kollektifi’nin emekleri var.
Atölye ekibinde Desen Halçınarlı, Hakan Ulumsan, Kadri Selçuk Yaşa Sibel Kınık görev almış.
Kitabın tasarımı da, galerinin yönetimi de sevgili Ezgi Öz’ün.
Bu çarpıcı sergiyi gezerken, kusursuz kitabı incelerken beni sevindiren başka bir nokta da, yıllar önceki açılısından beri hemen bütün sergilerini izlediğim bu yuvayı kurup yaşatan Ali Şahinler’i yakından tanımak oldu; meğer iki sevgili insan, tiyatrocu Ayton Sert ile ressam Sarkis Günsel, Ali’nin de yakın dostlarıymış ve bu galeriyi açmaya onu bu güzel insanlar özendirmişler.
Geri dönüp düşündüğümde, kiraladığı ilk galeriye de zaten Sarkis’in adını verdiğini anımsıyorum.
Yazılarımda yineleyip dururum, evrendeki her şey olasılık+gerekliliğin ürünüdür diye; bakın bir kez kanıtlandı bunun doğruluğu: Ayton’la Sarkis kökten bir değişime yol açmışlar Ali Şahinler’in yaşamında; dolayısıyla, gittikçe kuruyan, çöle dönüşen dünyamızda bize de hâlâ ayakta duran bir sanat yuvası, sığınağı kazandırmışlar. Galeride yapıtları sergilenen kardeşlerimiz de, biz sanatseverler de buna ne kadar sevinsek azdır.
*
25 Aralık akşamı Kadıköy’deki Barış Manço Kültür Merkezi’ndeydik; merkezin yöneticisi Cuma Bolat, “Anadolunun Ezgisi Ruhi Su” gecesi düzenlemişti.
Gece Büyük Usta’nın görüntüleri eşliğinde salonu sarsan türküleriyle başladı; kurduğu Dostlar Korosu’ndan geriye kalabilmiş bir avuç kızla oğlan, Berktay Akyıldız’ın yönetiminde, Ruhi Bey’in çoksesli söylettiği birkaç şarkıyı söyledi.
Cuma, son derece ölçülü davranıp kısa bir sunuşun ardından ilk yorumcuyu sahneye çağırdı: Hasan Karayolu. Sanırım hak ettiği ses eğitimini alamamıştır Hasan; ama doğa ona gümbür gümbür bir ses, coşkulu bir yürek bağışlamış. Usta’nın iki üç türküsünü anımsattı bize.
Bu salonda, Ruhi Su için düzenlenen ikinci anmaydı bu; ilkinde olduğu gibi, Merkez’in alt katı insan dolu olduğu hâlde, salon dolamamıştı.
Koro’nun yöneticisi Berktay da şarkıların önünde ve sonunda yaptığı konuşmada topluluğa gençlerin katılmadığından, üstlendikleri kutsal görevi yerine getirmekte zorlandıklarından söz etti; ben de bana ayrılan dakikalarda Ruhi Su’yu oluşturan toplumsal-tarihsel koşullara kısaca değindim; yüzlerce yıldır dünya kaynaklarını amansızca, acımasızca paylaşanların 19. Yüzyıl sonunda Anadolu topraklarını aralarında paylaşma istek ve kararına Selanikli Sarı Saçlı Mavi Gözlü güzel halk çocuğunun nasıl karşı çıktığını; hem kendi halkını, hem bütün ezilip sömürülenleri o gözü dönmüş sülüklerden nasıl kurtardığını anımsattım.
Osmanoğullarının tam altı yüzyıl dünyanın dört bir köşesinde ölmeye gönderdiği Anadolu çocuklarını bilgili, saygılı dünya yurttaşlarına dönüştürme savaşımına değindim; anasız babasız Vanlı Mehmet Ruhi de el uzattığı yetenekli yavrular arasındaydı; onun gibiler okusun diye ilkin Müzik Öğretmen Okulu’nu açtı, hem de Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra; 30’lu yıllarda da Opera’yı kurdu Alman öğretmenlerin önderliğinde; sevgili Ruhi Su¸o okulda Karl Ebert’ten gördüğü yararları anlata anlata bitiremezdi.
Atatürk de Fidel Castro gibi Devrimi’nin başında 50 yıl yaşayabilseydi, ne Nâzım Hikmet karşıdevrimci paşaların doymak bilmez hırsıyla zindana atılırdı, ne de Ruhi Su; tersine, ikisi de Devlet Sanatçısı yapılır, bütün dünyaya övünçle sunulurdu.
Ama Sarı Saçlı Mavi Gözlü 15 yılda yorulup öldürülünce, Türk köylüsünü aydınlığa kavuşturacak Köy Enstitüleri’nin gırtlağına basılıverdi; Hasanoğlan’da ders veren operanın yanında türkülerimizi de oya gibi işleyen Ruhi Su da, birçok toplumcu arkadaşıyla birlikte, doğruca zindana gönderildi.
Eğer 27 Mayıs 1960’daki silkinme olmasaydı, bir daha kimsecikler adını da, sesini de duyamazdı; neyse ki, ABD’ye uşaklıktan vazgeçip bakışlarını kendi halkına çevirmiş 1960 askerleri, yurdumuzun şimdiye dek görebildiği en uygar anayasayı armağan ettiler bize; böylece birkaç dostunun da yardımıyla, Ruhi Bey hiç değilse kimi gece kulüplerinde türkü söyleyebilme olanağına kavuştu; Hasanoğlan’dan öğretmen arkadaşı bilge Sabahattin Eyuboğlu ile Hâlet Çambel’in önayak olmalarıyla, ilk 45’lik plaklarını çıkardı; ardından uzunçalarlar geldi.
Ama 27 Mayıs Devrimi’ni yaşatır mı karşıdevrimciler? 1971’de ilk yumruğu indirdiler; Ruhi Bey ekmek parasını çıkaracak küçücük bir kulüp bile bulamaz oldu.
O zaman Demokritos’un olasılık ve gerekliliği yetişti imdadımıza: Evinç-Mekin Dinçer çifti ile anlaştık, bir hafta bizde, bir hafta onlarda toplanıp türküleri sürdürdük. Şimdi alıp dinlediğiniz cd’lerdeki türküler böyle kurtuldu uzaya dağılıp erimekten.
Ama 80’deki ikinci yumruk, 27 Mayıs Anayası’nı da, her şeyi de tuz buz etti; ayaklar altına alınanlar arasında elbette Ruhi Su da vardı; nitekim bunun yıkıntısından kurtulamadı, akrep olup kendi kendini soktu, 85’te aramızdan ayrıldı.
Berktay soruyor, neden gençler gelmiyor Koro’ya diye; çalışacak yer bulamamaktan yakınıyor.
İyi ama, Kadıköy halkı hâlâ – aslında Atatürk Devrimi’ni çoktan unutmuş – CHP’ye oy vermese; Barış Manço Kültür Merkezi’nin başında Cuma Bolat bulunmasa, kim anımsar, kim anar artık Ruhi Su’yu?
Atatürk’ün ve bir avuç inançlı yoldaşının yağmacılardan kurtarıp Türk halkına geri verdikleri yer altı-yerüstü bütün kaynaklar – Lord Curzon Hazretlerinin (!?) Lozan’da dediği gibi – hem de tek kurşun atamadan elimizden alındı.
Bakalım gelecek yıl Ruhi Su Usta’yı anma olanağı bulabilecek miyiz?
Neyse, dönelim, geceye; sonra sahneye İsmail Hakkı Demircioğlu çağrıldı; İsmail’in adını nicedir duyuyordum elbet, ama kendisini ilk kez görüp dinledim. Onurlu, kişilikli bir Karadeniz uşağı. O da Ustasının birkaç türküsünü söyledi.
Ardından, sevgili Yusuf Başaran geldi; hovarda tüketim toplumunun hiç değenini, hâtta adlarını bile bilmediği dedesi Yusuf Başaran ile babası Mustafa Başaran’ın güzelim Alevi türkülerinden birkaçını çalıp söyledi.
Son olarak da, ses eğitimi de almış olan Ufuk Karakoç çıktı sahneye; Ruhi Su gibi bur ustanın yanında çıraklık edebilseydi çok daha doyurucu olacak bir sesi var; o da iki üç türküyle Ustasını andı.
Sözün kısası, kendi aramızda olsa da, Büyük Usta’yı bir kez daha kucaklayıp iki saatliğine arındık.
Cuma Bolat’a da, çalışma arkadaşlarına da içten teşekkürler.
*
Anma etkinliği bittikten sonra, bir öğretmen hanım yanıma geldi,bir şey sorabilir miyim? dedi; Kâzık Karabekir’in harf devrimine karşı çıktığı söyleniyor, doğru mu?
Bilirsiniz, gerek Batılı sömürgeciler, gerek buradaki maşaları ikide bir: Türkler tarihleriyle yüzleşsin! derler; yüzleşicez de, doğruyu söyleyen yok, ya da Doğan Avcıoglu falan gibi olsa bile, halkın büyük çoğunluğuna ulaşamıyor, O yüzden bu iyiniyetli öğretmen hanım, Karabekir’in, daha İzmir İktisat Kurultayı sırasında, Latin harflerine geçilmesi önerisine, olanca öfke ve şiddetiyle karşı çıktığını; yanışabında oturan Mustafa Kemâl’in o sırada hiç sesini çıkarmadığını; ama ülkeyi hazırladıktan sonra, gereğini yerine getirmek üzere, Sarayburnu’nda, halkın gözü önünde tebeşiri alıp ilk Türkçe harfleri yazdığını öğrenememişti.
Ama yalnız Karabekir mi? bütün ünlü paşalar, atılan adımların hepsine karşıdırlar; yüz binlerce yurt çocuğu şehit düşmüştür, ama onlara kalırsa Padişah Efendimiz de, Halife Hazretleri de, çürümüş kurum ve kişilerin hepsi de yerli yerinde kalmalıdır!
Malta’dan kurtardıkları arasında bulunan Rauf Orbay¸ padişahlığın, hilafetin kaldırılma olasılığı karşısında, bir yerine bir şey batmış gibi ayağa fırlayıp: iyi ama, benim kursağımda Padişahın ekmeği var, ihanet edemem! diyor. Sanki o ekmeği padişah kazanıp ona yedirmiş gibi, Türk köylüsü yeryüzünde yokmuş gibi!
Ve o ünlü paşalar, İzmir’de Atatürk’ü öldürme girişimini kendileri düzenlemeseler de, haberleri var, gelip Mustafa Kemâl’i uyaracak yerde, susup suça ortak olabilmektedir.
1920’de kalpağına kızıl yıldız diktiren; hepimiz Bolşevikiz diyen Karabekir de; İngiliz askerleri süngüyü göğsüne dayayana dek İstanbul’da kalan; kalmakla yetinse yine iyi, ayrıca Padişahına yaranmak üzere, Mustafa Kemâl’in hemen yakalanıp İstanbul’a gönderilmesi için bütün birliklere buyruk gönderen Genelkurmay görevlisi olan Fevzi Çakmak da, azılı birer toplumculuk düşmanıdırlar; ve bunu kılgısal olarak eyleme de geçirirler 1939’dan sonra; Köy Enstitüleri’nin yok edilmesi için canla başla çalışırlar.
Sonra bir de erkek öğretmen seslendi, iyi ama, Ruhi Su’yu anma gecesinde, daha çok Atatürk’ten söz ettiniz, dedi; ne garip? döktüğüm bütün dil boşa gitmişti. Oysa ben, Atatürk ve ona gönülden inanan bir avuç insan olmasa, ne Cumhuriyetin olacağını; ne bizim şimdiki yerimizde bulunacağımızı; ne de anasız babasız halk çocukları arasından, yetenekli Mehmet Ruhi’nin Ruhi Su’ya dönüşebileceğini yeterince açık anlattığımı sanıyordum. Anlatamamışım demek Ya da insanlar bizi değil, kafalarındaki sesi dinliyorlar.
*
Her zamanki gibi kargoyla gelen kitap sevgili Nihat Ziyalan’ın “Attım Kapağı Yurtdışına” adlı romanıydı; Günışığı Kitaplığı basmış; Köprü Kitaplar dizisini Semih Gümüş yönetiyor.
Nihatçım bunda onu alıp Avustralyaları uçuran kasırgayı anlatıyor; başına da bir şiir koymuş; zorunlu göçmenliğini kitapta okursunuz, şimdi o şiiri paylaşalım. İsmet’in çok yerini almamak için özgün biçimiyle veremeyeceğim, bağışlayın.
Gidiyorum
Yemeklerinin tadını annemin; / “canım oğlum” derken, / saçımı okşamasını.
Götürüyorum, / giderken.
Babamla güreşmeyi;/soluk soluğa kalışımızı,/ “az kalsın yıkıyordun” demesini.
Götürüyorum,/ giderken.
Bakışlarımız karşılaştığında,/ elektriğine çarpıldığım fırıncı kızı,/ “beni bırakıp gidiyor musun” sorusunu.
Götürüyorum,/ giderken.
Karaköy Köprüsü’nün altında yediğim balık,/ vapur düdükleri,/ seslendiğim “garson bey bir porsiyon daha”yı.
Götürüyorum,/ giderken.
Asmalımescit’in terli;/ kalabalık kokusunu,/ her lokantada çalan ayrı müziği./ masalardaki sarmaş dolaşlığı.
Götürüyorum,/ giderken.
Havaalanında el sallıyor sevdiklerim. / “Beni ne zaman aldıracaksın”/ heyecanını kız kardeşimin,/ ağlayarak onlara el sallayışımı.
Götürüyorum,/ giderken.
Berfin/Bahar, s.155, Şubat 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder