Yâsemin Arpa’yı Cumhuriyet’teki söyleşide tanıdık; Fazıl Hüsnü Dağlarca ile yaptığı söyleşileri derlediği kitabı “Söz Kuşlarından Kalan Parıltı”yı elbet orada duyduk. Hemen aldık. Yazı yayınevi büyük özenle basmış, Yâsemin’le Büyük Usta’nın resimleri, kâğıt peçete üstüne karalanmış dizeler, zarflar, kısacası dostluklarını simgeleyen, belgeleyen bir dizi resim eklenmiş kitaba. Kitabın tasarımı Bilge Gürkan’ın; fotoğraflar, Garbis Özatay ile İrfan Unutmaz’ın. Alana, bakana, okuyana armağan.
Ama asıl armağanı Demokritos’un olasılık+gereklilik ikilisi vermiş Yâsemin Arda’ya; bir konuşma sırasında Dağlarca’ya karşı çıkma yürekliğini gösterince, Usta yaşadığı sürece tadacağı bal kovanına kavuşmuş; 1991/92 arasında Kadıköy’deki Baylan Pastanesi’nde, Moda’daki çay bahçelerinde yaşanan söyleşilerden küçük bir seçme yapalım şimdi.
“Doğadaki dili de görmeliyiz
Sanıyorum bu alışkanlık başımıza bağdaş kuran dilin özgürlüğüdür. Kimilerinin başındaki dil, daha doğrusu dil saydığı karışık sözler yığını o kişinin düşünürken tam bir değirmi çizmesini, anlamı çeviren sözün değirmisinin kapandığı yeri bulamaz. Oradan, o aralıktan anlatmak istediğimiz sanki mikrop kapmıştır. Bir gün sonra, bir ay sonra okuyanı anlatılmak istenenden uzak bırakır. Bu olay son yazdığım ‘Dildeki Bilgisayar’ yapıtımda örnekleriyle açıklanmıştır. ‘Dildeki Bilgisayar’, kişideki anadil imparatorluğunun apaçık belgesidir. Hayır ‘imparatorluk’ sözcüğünü de siliyorum. ‘Anadil hakanlığının’ demeli. Doğadaki dili de görmeliyiz. Biliyorsunuz, başka bir yapıtım var, halen de sürdürmekteyim yazılmasını. Yapıtın adı ‘Sözcükler Doğada’dır. Dildeki doğa, dildeki bilgisayar demektir. Onu bozmamalı, onu kirletmemelidir. O yapıtta söylediğim gibi, sözcükler büyüteç altında incelenirse, kar tanesine benzer. Kar tanelerinin buz çizgileri,sözcüklerde anlam çizgileri görülebilir. Bence değil yalnız dilde, gövdemizin bütün organlarında bir matematik, bir sayılar bilgisi, bütün yaşamımız süresince akıp gider. Sayrılık bir toplama ya da çıkarma yanlışlığıyla başlar. Yanlışlık, dili de, gövdeyi de öldürebilir.”
…
“Doğa sözcüklerden dışarıdadır
Sözcüklerin arasındaki yapıyı dört yaşımdan beri görmekte, büyümüş gözlerle yaşamaktayım. Sözcükler özgürdür. Bu özgürlük aralarındaki ilişkilerle sınırlıdır. Dediğim bu sınır, devletin sınırlarından bin kez daha büyük. Sınırlıdır dediysem, kurala bağlılıklarını anlatmak istedim. Bu kuralı taşıdıkları sürece sınırsızdırlar. Benim tadını duyduğum olay beni gece gündüz elimde kalem olsun olmasın sonsuz bir görüntüyü tad olarak içinde bulunduran olay, sözcüklerin bu olağanüstü, bu çok görkemli düğünüdür. Bu sözcükler, şu küçük konuşmanın ilk dizelerindeki ilişkiyi seziyorsanız,anlatmak istediğim bitmiştir.
Yazınız: Sözcükleri doğanın memeleri sayıyorum. Hepsinde büyük bir kösnünün tadı var. O memeler ki gün boyu başka başka sütlerini başka başka ağızlarımıza sunarlar. Onların evrensel tadı bana doğanın, usun, duygunun erişemeyeceği boyutlarını verir.
Doğayı kendi büyüklüğü içinde düşünmek, yazmak isterim. Ne yazık ki anlarım hemen; doğa sözcüklerden dışarıdadır. Yine de mutluyum. Dışardalığın da başka bir tadı var. Sorabilirsiniz, bu, doğan çocuğun anne memesinden emdiği ilk damla olmasın?”
…
“Doğada da ahlâk vardır
Özgürlük, sağlıklı bir bünyenin hakkıdır. Sayrı bir bedenin istediği şeyi yapmaya özgürlük denemez. Ve bunların yerinde yok edilmeleri, çalışmalarını sağlayacak toplum işlerine gönderilmeleri gerekir. Çalışmak istemeyenleri, ilgililerin bulacağı yöntemlere bırakmak zorundayız. Bunlar o kadar tutsak ki, tutsaklıklarını özgürlük sanacak kadar. Kendi sağlıksızlıklarının kopmaz zincirleri arasında bir özgürlük avuntusuyla dolaştıklarının farkında değiller. Sorarım, doğadan özgür bir varlık düşünülebilir mi? O ki kadını yaratmış, erkeği yaratmış ve bunları kendi cinselliklerinde sonuna kadar özgür kılmış. Doğanın binlerce yıldan beri binlerce kromozomla yarattığı varlığı kötüye kullanmak ahlâkdışılığın özgürlüğünden başka nedir? Bu ahlâkdışılığa özgürlük derseniz, doğanın sürmesini istediği düzene tutsaklık mı diyeceksiniz? İnsan bilincinin yarattığı tek anıt, ahlâktır. Doğada da ahlâk vardır. İkisi arasına konmak istenen sayrılığa özgürlük giysisi giydirmenin kişi usuyla, dolayısıyla olanağı yoktur. Bunların giderilmesi için bütün yollar gün geçirilmeden denenmelidir. Bu sayrı yerlerine bir ad vermek gerekirse, ‘doğa kampları’ diyebilirsiniz. Biliyorum kim bu sözlerimi yürekten bir eleştiri ile karşılarsa, o, doğa kamplarına daha önce gidecektir.”
…
DOĞADAKİ GİZ
Sevgidir
Evrenin başını döndüren
Kimisi öpüşmese bir güncük
Duruverir gökyüzü
Şu an saat 23.30. Dağlarca aradı telefonla. 21 gün oldu sizi aramadım. Kabalığımı bağışlayın. Sizi aramam gerekirdi. Ama ben bir türlü ince olmayı öğrenemedim, subaylık yaptım…” diye uzunca bir konuşma yaptı.
Ondan önce da yukarıdaki şiiri yazmamı ve telefonumun yanında sürekli durmasını istedi. ‘Şiir bana çok uymuş’, böyle söyledi. Ben de, ‘Dağlarca, beni sevişmeye teşvik ediyorsunuz’ diye espriyle yanıt verdim kendisine. ‘Benim bütün yazdıklarım kadınların sevişmesini kolaylaştırmak içindir’ diye karşılık verdi. Bu şiiri tekrar okutup bir noktaya dikkat çekmemi istedi. İkinci ve dördüncü dizelerdeki uyuma. ‘Dizelerin arasındaki kokuyu şiiri okurken her zaman duy ve öyle oku’ dedi.”
…
“Buğday toprağın sevişmesine doymamıştır
Şu elimdeki ekmeği işte bırakıyorum. Ne güzel düşüyor görüyor musun? Sorsan niye düşüyor, yerçekimi kuralı mıdır? Hayır. Buğday toprağın sevişmesine doymamıştır, bundan ona düşmektedir. Bütün yerçekimi inanın göğe sığmadığının yere inmesidir. Yerdeki sığmadığının yağmur buharı olarak yukarı çıkması içindir. Bugün fizik şiirin ve dolayısıyla bütün sanatların sevgi dolaşımından başka bir şey değildir. Freud bu gerçekleri sezdiği halde böylesine açık söylemeyi reddettiği için suç işlemiştir.
Düşünce bile sağa sola aşağı yukarı kımıldarken bir cinsel ortamı aramaktan başka ne yapmaktadır?”
Ne ilginç! Sevgili Dağlarca’nın Wilhelm Reich’tan haberinin olmadığı çok açık; ama Freud’un dile getirmeyi red etmediği, ancak göze alamadığı şeyi; evrendeki her şeyin aynı temel enerjiye, dirimsel enerji’ye dayandığını ve insan denen memelinin sağlıklı yaşayabilmesi, sağlıklı duyup düşünebilmesi için her şeyden önce bu enerjiyi sevgilisine sarılarak harcaması gerektiğini söyleyen Reich’la aynı doğruya ulaşmış, hem de yalnız sezgileriyle. Ozan büyüklüğü bu olsa gerek.
Ancak Fazıl Hüsnü Bey de hepimiz gibi bu tarlanın ürünü; tarlaya ise 10 000 yıl ataerkil rezillik 300 yıl anamalcı pislik serpildi; o yüzden, Dağlarca’nın sevişmeye özendirdiği Yâsemin’in yerinde olsam, Usta’ya şunu sorardım: peki ama erkekler sevişmeyi biliyor mu?
Bu sorunun yanıtı elbette hayır; ayrıca, Dağlarca’nın her şeyin temeli saydığı fizikle kimyanın yanında bir de dirimbilim (biyoloji) var; onun olguları da, yeryüzüne yeni bir yavru bırakmak üzere oluşturulmuş kadınların, dirimsel enerji açısından erkeğe oranla çok dolu olduğunu; erkek horoz hızıyla binip indiği zaman kadının daha kıpırdamaya bile vakit bulamadığını söylüyor. O yüzden, binlerce yıldır sevişme diye birbirimizi kırıp doyumsuz ortalığa salmaktan başka bir şey yapmıyoruz.
Nitekim, benim sevgili Çeltikçili yazar dostum Birnur Şener, üç çocuğunu doğurduğu, 25 yıl evli kaldığı eşi için: beni ne eliyle okşadı, ne diliyle; demişti.
Dağlarca Usta bu söyleşide bilgisayara da değiniyor; adı üstünde bilgileri sayan aygıt demek; öyleyse işin başı, temeli, somut, doğru bilgi; hele cinsel yaşam konusunda doğru bilgi şimdiye dek yalnız Küba’da verildi dünya insanlarına
Dönelim kitaba.
“Ruh, Dinlerin büyük suçlarından biridir
Ruh sözcüğünün geçtiği her yerde eskilerin anonim dediği ortak bir diyalog var. Doğu’nun, Batı’nın birçok ünlü ozanı bu sözcüğü bir ortak sakız gibi ağızlarından düşürmemişlerdir. Ruh sözcüğünü kullanırken sanki ölüm gerçeğinden kurtulma tadını yaşamışlardır.
Daha da derinde ölümü yaşamamışlardır. Şöyle düşünebiliriz: Ruhsuz ölüm, ruhla ölüm ya da ruha inanarak ölüm, ruha inanmadan ölüm. İlk gençliğimde ben de kullandım ‘ruh’ sözcüğünü. Sonraları bıraktım. Ortak duyarlıktan binlerce kez söylenmiş olanı yinelemekten kurtuldum.
Ruha inanmadan ölümü düşünmek daha güzel, daha çıplak. Ruha inanan biri ölmenin korkunçluğundan, güzelliğinden, büyüklüğünden, ölümsüzlüğünden bile yoksundur.
Ruha inananlar bence, yaşama cimrisidirler. Ne ölebilirler, ne yaşayabilirler.
Biraz da avuntu mu diyorsunuz? Değil. Avuntu olması için ölüme ruh inancı olmadan kavuşma gücü gerek. Onlar bu güçten yoksun oldukları için avuntudan da uzaktırlar.
Özetlersem, onlar ‘gündışı’dırlar. Oysa ölüm günün içindedir. Bu ruh kavramı din kavramının hem yaratıcısı, hem sürdürücüsüdür.
Fizikte şöyle bir kural var: ‘Hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmaz’. Dinlerin ruh dedikleri’ şey’, fiziğin enerji diye yorumladığından başka şey değil midir?
Sizin söylediğiniz tartışılabilen varlıklar içindir. İnsanın yaşadığı an içinde varobilen bir andan öteki âna geçiştirilmesi, biriktirilmesi, toplama ulaştırılması olanaksızdır. Öyle olsaydı yaşama bankaları kurulur, kimileri kimi günlerini bankaya yatırabilirdi. Ya da günün birazını oraya geçirirdi. Belki faizi de işlerdi. Yaşamanın güzelliği her an o ânın harcanmasındandır.
Her 77 yıl, her 78 yıl, her 90 yıl, her 77 kez, her 78 kez, her 90 kez günün sıfıra indirilmiş olmasındadır.
Bu şöyle söylenebilir: Günler, büyük sofranın önümüzdeki tabaklarıdır. Tabak bitirilmeden doymanın olanağı yoktur. Tabakta yarın için bir şeyler bırakanlar, bırakın yarınlarını kazanmış olmayı, günlerini de yitirmişlerdir.
Kişinin yarına kalan onun elektriğidir. Genel elektriğe karışan o küçücük elektrik, o artık ortak bir aydınlığın ta kendisidir. Kişiyle özel ilgisini yitirmiştir. Bu elektriğe ‘ruh’ diyerek kimse kendi bencilliğini sürdürmüş olamaz, genel elektriğin, elektrik bağışlamanın tadını duyamaz. Tanrı beni bu cimrilikten korusun. Dediğim gibi, ruh, dinlerin büyük suçlarından biridir.”
…
Doğanın iki büyük kapısı var
Eski karalamalarımdan birinde bu iki büyüm konuyu incelemiştim. Onları bulursam size veririm.
Bence, doğanın iki büyük kapısı var. Bütün olaylarda bütün yorumlarda bu iki kapının içindeyiz. Dışında değil. Bütün devinimlerimiz kimya ile fiziğin göstergeleridir. Düşünmek bile bu ikisinin birleşimi, oluşumu, ortaya çıkışı sayılabilir. Yazarken bu büyük birleşimin tadını duyarım. Öyle büyür ki, insanın eli milyonlarca milyonlarca ışığın kımıldama tadı, boya tadı, ısı tadı, varlık-yokluk tadı, varlığın-yokluğun bin bir ölçüde birleşim tadı duyulur. Birleşim derken, şunu anlatmak istiyorum. Bütün davranışlarda ½, ¼, 1/8, 1/100 ya da 0.3/3002 ya da 0.001/30002 oranlarında fizik ile kimya birleşirler. Yukarıda anlattığım minicik kımıldamaları yaratırlar. Siz bunlardan birisinizdir. Siz buna ‘korku’ dersiniz. Ya da ‘seni seviyorum’ dersiniz. Şunu da anlamanızı dilerim. Kimyayla fizik düşünceyi de duyguyu da değişik oranlarda birleşirken oluştururlar.”
*
Evet, burada keseyim; en güzeli, bu sıra dışı yapıtı edinmeniz elbet.
Dağlarca, Yâsemin Arda’ya bakarken, Mısır Tanrıçalarına benzetirmiş; kitaptaki fotoğraflar bunu doğruluyor, gerçekten çarpıcı bir güzelliği var Yâsemin’in.
O görsel güzelliğini, duyarlılığını, kavrama gücünü koymuş masaya; Dağlarca da fizikle kimyayı birleştirme, kaynaştırma yeteneğini. Belli ki ikisi de o masadan tıka basa doymuş olarak kalkmış.
Ne bulunmaz mutluluk!
Berfin, Aralık 2010,s. 154
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder