Buket Şahin geçen yıl Cumhuriyet’te bir yazı dizisi yayınladı; Eduardo Galeano ile söyleşiyor, kitaplarından söz ediyordu; çok beğendik, hemen koşup aldık bütün kitaplarını, anlattıklarından yola çıkarak bir de yazı yazdım bu dergiye.
Kitapları Nilgün’le paylaşıyor, kimi kez birlikte okuyoruz; Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı böyle okuduk, Avrupalı açgözlülülerin 1492’den başlayarak Kuzey ve Güney Amerika’yı nasıl acımasızca, amansızca sömürdüklerini çarpıcı bir dille anlatışını keyifle izledik.
Nilgün öbür kitaplarını da okuyordu bu arada; geçen gidişimde, Aynalar’dan iki bölüm okudu; önce onları aktarayım; kitabın 339. sayfasında, Fidel Castro için şöyle diyor:
“Düşmanları onun, sildikle oybirliğini karıştıran taçsız kral olduğunu söylüyorlar. Ve bu konuda düşmanları haklılar.
Düşmanları, Napolyon’un elinde ‘Granma’ gibi bir gazete olsaydı, Waterloo bozgununu hiçbir Fransız öğrenemezdi, diyorlar.
Ve bu konuda düşmanları haklılar.
Düşmanları, ülkeyi çok konuşup hiç dinlemeden yönettiğini, çünkü seslerden ziyade yankılara alıştığını söylüyorlar.
Ve bu konuda düşmanları haklılar.
Ancak düşmanları, istila olduğunda göğsünü kurşunlara tarihe poz vermek amacıyla siper etmediğinden;
Kasırgaların karşısına tek başına, kasırgaya karşı kasırga şeklinde çıktığından;
Altı yüz yedi suikast girişimine rağmen hayatta kaldığından;
Bir sömürgeyi vatana dönüştürme yolunda bulaşıcı enerjisinin kilit rolü oynadığından;
Onu öğlen yemeğinde yemek için peçeteyi serip çatal bıçak elde beklemiş on Birleşik Devletler başkanına rağmen bu yeni vatanın varlığını sürdürmeyi başarmasının nedeninin Şeytan’ın büyüsü ya da Tanrı’nın mucizesi olmadığından hiç söz etmezler.
Ve düşmanları, Küba’nın Dünya Paspas Kupası’nda yer almayan ender ülkelerden biri olmasından hiç bahsetmezler.”
Sevgili Uğur Mumcu’nun altın öğüdünü bilirsiniz: “bilgi edinmeden görüş öne sürme!”
Eduardo Galeano Avrupa’da, Çin’de değil, Küba’nın iki adım ötesinde yaşıyor; 1492’den beri çekilen bütün çilelere ortaklık etmiş bir halkın çocuğu; peki o zaman nasıl oluyor da, küçük de olsa bir toprak ağasının çocuğuyken başta kendi varı yoğu ve rahatı olmak üzere her şeyi ülkenin bütün insanlarıyla, dahası dünyanın bükün insanlarıyla paylaşmayı ilke idenmiş Fidel’i, Avrupa’da palazlanmakta olan kentlilerin yeni topraklar, sömürgeler elde etmek üzere silahlandırıp ortaya saldıkları hırsı yeteneğinden büyük asker bozuntusuyla kıyaslar?
Bonaparte’nin elinde yalnız Granma değil, ülkesinin bütün olanakları vardı, ama o bunlarla ne yapmaya girişti? Yurdunun insanlarını 6000 yıllık ataerkil pislikten, insanlığın başına çok daha korkunç bir çorap örmeye girişen anamalcılıktan kurtarmak üzere eğitip aydınlatmaya, kul köle değil, bilinçli yurttaşlar kılmaya mı çalıştı? Yoo, atına atlayıp bütün Avrupa’yı kana buladı, Moskova kapılarına dayanıp yüz binlerce insanın canını boş yere aldı.
Ama hakkını yemeyelim, 9 kişiyle aynı anda satranç oynayabiliyormuş, öyle diyorlar.
Galeano’nun hemen her sözü yanlış, kusurlu: birlikle, oybirliğini karıştırmak, diyor; bundan büyük yanılgı ya da çarpıtma olamaz. Ben Küba’dan uçakla en az 13 saatlik yerde yaşıyorum; ama Küba’da bütün kararların, mahalleden başlayıp ta tepeye dek bütün halkalarda uzun uzun irdelenip tartışıldıktan sonra alındığını somut kanıtlarıyla biliyorum.
Çok konuşup dinlemeden yönetiyormuş… insan bunu derken de azıcık utanır; bizim evdeki “Fidelli Anlar” belgeselinde bir sahne var, sanırım bir okulda, öğrencilerin giyecekleri yeni giysilerin rengi tartışılıyor; salondaki herkes, öğrenciler, öğretmenler, öbür çalışanlar görüş bildiriyor, Fidel de ortada orkestra şefi gibi yönetiyor, hem de şakalarla. Bu mu dinlememek, bu mu yankılara kulak vermek?
Diyelim ki, Galeano Küba’ya hiç gitmedi, Fidel’in kimi zaman günde 8 saat alanda toplanan insanlara ne anlattığını dinlemedi; iyi ama bütün dünyada hani şu çok partili demokrasiyle yönetilen ülkelerin başkanlarını, cumhurbaşkanlarını, başbakanlarını ya da onların yerine 365 gün, 24 saat konuşan, yayın yapan gazetecileri, öğretim üyelerini, sivil asker okutulmuşları da hiç dinlemedi okumadı mı? Bunlar hep bir ağızdan ne söylüyorlar insanlara? İMF iyidir, Dünya Bankası vazgeçilmezdir, ne kadar borçlanırsanız o kadar kalkınırsınız (?!), NATO dünyaya barışı getirmek için çalışmaktadır, Füze Kalkanı tasarısı dünyamızı uçurumdan kurtaracak son çaredir!
İnsan gerçekten şaşıp şaşıp kalıyor Geleano’nun gönüllü körlüğüne; insan beyninin kullandığı bilgisayar gibi olduğunu; 6000 yıllık ataerkil zorbalık; 300 yıllık anamalcı rezillikten sonra, bu beyinlere yeni, yalansız bilgilerin yüklenebilmesi için, Fidel gibi bilinçli bencil’lerin gelip böyle ömür boyu bıkıp usanmadan, yorulup pes etmeden konuşmaları, anlatmaları gerektiğini ya bilmiyor, ya da çarpıcı bir lâf uğruna yele veriyor.
Bu mantıkdışı lâfları eden Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı yazan olmasa, üzerinde bile durmazdım; üstelik bakın bu kitabın adını anarken bile şunu düşündüm şimdi; neden Latin Amerika? Güney ve Kuzey Amerika, sülük İspanyollarla Portekizliler gelmeden de vardı; üstelik üzerlerinde insanlığın en uygar halklarından bazıları yaşıyordu.
Fidel Castro ve yurttaşları hiçbir ülkeyi ele geçirmek için silaha sarılmadı; tersine, başka yerlerdeki insanların bağımsız, egemen olabilmeleri için canlarını seve seve ortaya koydular; daha da önemlisi, dünyalı kardeşlerinin bilgisizlikten ve hastalıklardan kurtulabilmeli için, 50 yıldır, kendi olanaksızlıklarını zorlayarak, dört bir yana öğretmen, hekim, ilâç yolluyorlar. Bonaparte de böyle şeyler yapmıştı da ben mi duyamadım 74 yıldır acaba?
Yine o “Fidelli Anlar”ın bir sahnesinde, Fidel, çevresindeki halka: bütün bunları başarmış olmamıza öldüresiye kızıyorlar, bu yoksul halkın önlerinde diz çökmeyişine kızıp köpürüyorlar, bizden nefret ediyorlar, ama aslında büyük saygı duyuyorlar bize” diyor.
Bu belgesel ta buraya, Türkiye’ye, bizim eve bile ulaşmış; Uruguay’a göndermedi mi Kübalılar?
Eh, bu kadar yakınındaki Küba konusunda bunları yazan Galeano, Türkiye’deki Ermeni sorununu nasıl ele alabilir? Şöyle(s. 307):
“Osmanlı İmparatorluğu lime lime dağılıyordu ve kabak Ermenilerin başına patladı. Birinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü sırada, hükümet tarafından zemini hazırlanan bir can pazarı Türkiye Ermenilerinin yarısının hayatına mal oldu:
Yağmalanan ve yıkılan evler;
Aç susuz yollara saçılan gariban kervanları;
Köy meydanında gündüz vakti tecavüze uğrayan kadınlar;
Nehirlerde yüzen insan cesetleri.
Açlıktan, susuzluktan ya da soğuktan ölmeyenler bıçak ya da kurşundan gittiler. Ya da darağacını boyladılar. Ya da dumandan zehirlendiler: Türkiye’den kovulan Ermeniler Suriye Çölü’nde mağaralara kapatıldılar ve dumanla boğuldular; bu olay Nazi Almanya’sındaki gaz odaların habercisi gibi bir şeydi.
Yirmi yıl sonra, Hitler danışmanlarıyla birlikte Polonya’nın işgalini planlamaktaydı. Hitler, operasyonun artılarını eksilerini tartarken, bazı protestoların olacağını, uluslar arası alanda biraz gürültü koparılacağını kabul ettikten sonra, bunların çok uzun sürmeyeceği konusunda garanti verdi ve bu savını şu soruyla güçlendirdi:
- Bugün Ermenileri hatırlayan var mı?”
Galeano, yine elmalarla armutları birbirine karıştırmış; bütün dünya savaşlarını kimin, hangi çıkarlar uğruna çıkardığını biliyor olması gerekir Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı yazan insanın; İngiltere’nin, Avrupa’nın, Çarlık Rusyası’nın 1. Dünya Savaşı sırasında insanlığın başına hangi çorapları ördüğünü de. Dolayısıyla, bugün gittikçe artarak süren halk topluluklarını birbirine düşürme, kırdırma oyunundan habersiz kalmaya hakkı olamaz; Kızılderililerin köküne kibrit suyu ekenlerin, Ermenilere ya da Kürtlere özerklik, bağımsızlık bağışlamayacağını en az benim kadar bilmesi, unutmaması gerekir.
İnsan Hitler ile Mustafa Kemâl’i aynı soykırım kefesine koyabiliyorsa, söz bitmiş demektir: oturup hüngür hüngür ağlamak gerekir.
Ben bunları Eduardo Galeano’nun yüzüne söyleyemem yazık ki, çok uzakta; ben de Buket gibi istediğim an Uruguay’a uçabilme olanağına sahip değilim; dolayısıyla, bu dergiyi okuyanlardan biri Osman Şahin’e duyurur diye umuyorum; o kızına bildirir; Buket de, aklı kesiyor, içinden geliyorsa, yazara iletir.
*
Olasılık+gereklilik ikilisi yardım etti, sevgili dostum ozan Metin Demirtaş, Vahap Erdoğdu’nun Mısır’la ilgili yazısını yolladı geçen gün; Korsikalı korsanı da tarihteki yerine oturtan bu yazıyı olduğu gibi alıyorum:
“1671’de Alman filozofu ve matematikçisi Leibniz, Fransız Kralı XIV. Louis’ye bir mektup göndermişti. Mektubun başlığı Consilium Egyptiacum (Mısır’a ilişkin Öğütler) idi: “Mısır’ın fethini öneririm... Mısır’a sahip olmak, Doğunun en zengin topraklarına en kısa yoldan kapı açacaktır.”4 Mektup, sarayın arşiv sandıklarında unutuldu. Bu öneriyi yüz yirmi beş yıl sonra, Napolyon hayata geçirmek isteyecekti.
Napolyon Mısır’a İslamı kurtarma kimliği ile gelmişti. Kimden kurtaracaktı İslamı? Müslüman Memluklardan ve Hıristiyan İngiliz sömürgecilerinden. “İslam kurtarıcısı” Napolyon, 19 Mayıs 1796’da 38.000 asker, 4000 gemi ile Toulon’dan hareket etti. Akdeniz’i geçerek 1 Temmuzda İskenderiye’ye ulaştı. Öncelikle “iyi Müslüman” olmayan Memlukları cezalandıracaktı. Ertesi günü kenti ele geçirdi. Napolyon Memluklarla yaptığı bu savaşta 10 ölü, 30 yaralı vermişti. Memluklar ise iki binden fazla asker, dört yüz deve, elli top kaybetmişlerdi.
“Kurtarıcı” beraberinde bilim adamları, modern Avrupa edebiyatından oluşan zengin bir kütüphane, bilimsel araştırmalar için bir laboratuar, Arapça metinleri basacak bir matbaa getirmişti. Batının “bilimsel” ve “lâik” düşüncesi, “geri” İslam dünyasını aydınlatacaktı!
Napolyon kendisini Mısıra uygarlığın ve aydınlanmanın taşıyıcısı olarak sunuyordu. Memlukları yendikten sonra, yayınladığı Arapça bildiride, “buraya haklarınızı elinizden alan işgalcilerden sizi kurtarmaya geldim. Ben Memluklardan daha çok Tanrıya tapıyorum. Muhammet’e ve Kurana onlardan daha çok inanıyorum.”5 diyordu.
Napolyon “kurtarıcılığını” tescil ettirmek için El Ezher Şeyhinden fetva istedi. Şeyh, Napolyon’un şarap içtiğini ve sünnetsiz olduğunu, şarabı bırakıp, sünnet olursa fetva verebileceğini söyledi. Napolyon hasta olduğunu, doktorların şarap içmesini zorunlu kıldıklarını gerekçe göstererek işi geçiştirdi. Napolyon fetvayı alamamıştı ama pek çok Müslümanı, “mümin” bir Müslüman olduğuna inandırmıştı.
Napolyon Süveyş’te üstlenerek İngilizlerin Hindistan yolunu kesmek, oradan da Osmanlılara saldırarak Ortadoğu’yu denetim altına almak istiyordu.
Bu amaçla, Kızıl Denizi Akdeniz’e bağlayacak olan Süveyş projesini gerçekleştirmek üzere, mühendisler de getirmişti. Ne ki mühendisler, Kızıl Denizin seviyesinin Akdeniz’in düzeyinden 15 cm kadar yüksek olduğu (!), kanal açıldığında Okyanus sularının Akdeniz’e akacağı sonucuna varınca, projenin gerçekleşmesinden vazgeçildi. Fransız matematikçi Laplace bu görüşlere karşı çıkmıştı ama sözünü dinletememişti. Oysa Ortadoğu’ya bilim ve uygarlık getirecek olanlar, Süveyş Kanalının İsa’dan bin üç yüz sene önce Ramses II tarafından açıldığını, kum fırtınaları zamanla kanalı doldurunca, yedi yüz yıl sonra, M.Ö. 600’ün sonlarında Firavun Necho’un yüz yirmi bin Mısırlının yaşamı pahasına Kanalı yenilediğini, Heredot’a göre, 50 metre genişliğinde, 7 metre derinliğindeki Kanalın bir uçtan bir uca dört günde geçildiğini, Pers hükümdarı Darius’un MÖ 5. yüzyılda kanalı genişlettiğini, yedinci yüzyıl ortalarında Halife Ömer’in, Mısır’ı aldıktan sonra Kanalı yeniden işler hale getirdiğini bilmiyorlardı.
Osmanlılar daha 1568’de yani 250 yıl önceden Süveyş ile Kızıldeniz’i birleştirecek projeyi hazırlamış olduklarından da haberleri yoktu.
Batılı büyük güçlerin Ortadoğu’yu rekabet alanı haline getirmesi Napolyon’un “Mısır Seferi” ile başladı.
Beş yüz yıldır Hıristiyan dünyasına karşı İslam dünyasını koruyan Osmanlı, İslam coğrafyasının bu en yumuşak karnından hançerleniyordu.
Napolyon’un hayallerini şarap içmeyen, sünnetli bir Boşnak yıktı. Cezzar (Kasap) Ahmet Paşa, Akka Kalesi eteklerinde, İngilizlerin de desteğiyle, Napolyon’a yenilginin şarabını sundu. Bu yenilgi, bir başka yenilginin, Napolyon’un sonunu getirecek olan yenilginin, Waterloo’nun da habercisiydi.
Napolyon’dan iki yüz yıl sonra, Kenyalı bir Müslüman babanın Hıristiyan çocuğu, ABD başkanı Hüseyin Obama, Mısır’da El Ezher’de birilerine“esselamün aleyküm” dedi. Ama o birilerinin kim olduğu pek açık değildi. Suutları selamlarken, Türkiye’ye göz kırpmayı unutmadı. Mübarek’i muhabbetle kucakladı, yanında, Müslüman Kardeşlere de gülücükler göndermekten geri durmadı.
Hüseyin Obama, Kahire’ye Napolyon gibi tedarikli gelmemişti. Medya, danışmanlar, Ortadoğu uzmanları, amigolar o gelmeden yerlerini almışlar,”kurtarıcıyı” büyük bir şamatayla karşılamışlardı. Bu şamataya kendini kaptıran kimi iyi niyetliler, Hüseyin Obama’nın yapacağı “tarihi konuşmayı” boşuna beklediler. Ayet ve hadislerle donatılan konuşma, El Ezher imamının Cuma vaazlarından çok da farklı değildi. Farklı olan tek şey ise, halefi Bush’un söylemlerinin daha entelektüel bir dille yinelemesiydi.
Bir başka anlatımla, Büyük Ortadoğu Stratejisinin Obama ile değişeceğini umanlar boşuna beklemişlerdi. Bölgede yürütülen politikalar “İslam” ortak paydası altında, “İslamcı” formatla sunulmaya devam edecekti. Devam edecek olan bir başka olgu daha vardı; yığınların her gün biraz daha ağırlaşan baskılara karşın, bölge diktatörlerine desteğin sürdürülmesiydi.
Yığınlar, 2004’ten beri Washington’a ulaştıramadıkları, “kifaya!” (yeter!) çığlıklarını Kahire’de de ulaştıramamanın hayal kırıklığını yaşadı.
Dinin siyasallaşması, siyasetin dinselleşmesine evrildi ve birincide siyaseti din yönlendirirken, ikincide siyaset dini yönlendirir oldu, sonunda din kendi işlevinden de uzaklaşarak, dünyevi hayatın her yönünü biçimlendiren, maddi bir güce dönüştü.
Bu bağlamda, Üçüncü Dünya kaynaklı, yüzü Washington’a dönük, CIA güdümlü tarikatlar küresel boyutlar kazandı. Bu tarikatların toplantıları, her türden mezhep ve meşrepteki uluslararası siyaset oyuncularının, bilim (!) adamlarının, din adamlarının yan yana geldiği Babil kulesini andırıyordu. Bu kulede dünyaya düzen veriliyor, lider yağlanıp parlatılıyordu. Kuleye en az uğrayan dinin kendisiydi.
Hem “ılımlı İslam”, hem de “demokrasi”, Bush politikaları için vazgeçilemeyen iki gözde kavramdı. İslamın “demokrasi” yanını kimsenin ciddiye aldığı yoktu. Öyle ki, Afganistan’ı ve Irak’ı Talibanın barbar yönetiminden ve Saddam’ın eli kanlı diktatörlüğünden kurtarıp demokrasiyi gerçekleştirerek, halkları özgürlüğe kavuşturacaklarına inandırmışlardı.
Oysa bu “kurtarıcılar” Talibandan daha barbar, Saddam diktatöründen katlarıyla vahşiydiler. Irak halkı tarihinin görmediği işkencelere, katliamlara, yağmalara tanık oldu. Dünya, Saddam ve arkadaşlarının duruşma ve idamlarını dehşetle izledi. Kanlı mezhep çatışmaları arasında halk, intihar saldırılarına karşın, önüne konan “demokrasi sandıklarına” koştu. Ama ABD, etnik ve dinsel kökene dayalı, “kimlik pazarlıklarına bağlı”, temsili bir sistem öngörmüştü. Ülke, Kürtler, Şiiler ve Sünniler olarak bölünecekti. ABD’nin “Batı anlamında demokrasi” diye bir derdi olmadığı, sonradan yayımlanan gizli belgelerle ortaya döküldü. “
Ünlü matematikçi ve düşünürlerin bilime mi, zorbalara mı hizmet ettiklerini ortaya koyan bu satırlar çok öğretici elbet, ama ancak öğrenmeye hazırsanız.
Galeano’nun Bonaparte ile ilgili satırları okumasını isteyecektim, vazgeçtim: o kadar kendinden emin ki, onu doğruya çekme umudum kalmadı; gözleri onun kadar körelmemiş olanlar okusun bu satırları.
Bütününü sonra yazmak üzere birkaç dize alayım sevgili Ali Yüce’den:
ANADOLU
polis kurşun cop kız kızlık çığlık kan
demokrasi sandık Hacivat oyun yağma
parti ağa hazine samanlık fare delik
kara kin kanlı koltuk yular öğretmen
gökte şimşek yerde sancı körebe
zindan çatlasa da Anadolu ışığa gebe.
1971
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder