7 Ocak 2013 Pazartesi

SİNEMA ŞENLİĞİ

SİNEMA ŞENLİĞİ

İKSV’nin bu yıl 29.uncusu yapılan şenliğine bilmem yakışıyor mu artık bu ad? Çünkü ortada sinema sanatı da, onun şenliği de kalmadı bence. Elbette binlerce film çekiliyor her yıl dünyanın dört yanında ve bunların yüzlercesi geliyor İstanbul’a, ama biz gittikçe daha az sayıda film bulabiliyoruz gidecek.
Bu yıl da öyle oldu, o kalınca kitapçıktan ancak üç film işaretleyebildik Nilgün’le: bunlardan ilki, yıllarca önce gördüğümüz, Joseph Losey’in Mr. Klein’ı idi; unutmuşum, filmin parasını Mösyö Klein’ı canladıran Alain Delon vermiş: böylece Visconti’yle attığı ilk başarılı adımlardan sonra yüzüne çakılıp kalan kalıbı görmezden gelmemi sağladı doğrusu. Ama aynı hoşgörüyü, Losey’in de, daha başka birçok ünlü yönetmenin de gözdesi Jeanne Moreau için gösteremeyeceğim; bizim Yeşilçam dilberlerininki aratmayan bir cansızlıkla gezindi durdu filmde kendisine düşen sahnelerde.
Ancak, çekimöyküsünü Franco Solanas’la birlikte yazmış olan Losey, bunca yıl aradan sonra , sınavdan alnının akıyla çıktı: öykü sağlam, çekim sıra dışı, kurgu, müzik her şey kusursuz. Üstelik, Ettore Scola’nın unutulmaz Özel Bir gün’ü gibi, insanlığın en büyük ayıbı savaşın ortasında olağan yaşamını sürdüren Paris’ten günlük görüntülerle inanılmaz derecede çarpıcı hâle gelmiş.
Böylece, şimdi yirmili yaşlarını sürdüren sinemaseverlere gerçek bir armağandı film.
Solanas’ın Don Juan’ını da seçmiştik, ama bilet bulamadık.
İkinci gözdemiz, elbette İtalyan sinemasının tutarlı, onurlu ustası Marco Bellochio idi; onda da Atlas’a yer bulamadık, Kadıköy Sineması için bilet almayı da geç akıl etkim, dolayısıyla Amarcord’daki unutulmaz izleyiciler gibi, filmi perdenin hemen dibinden, başlarımız havada izledik; olsun: başyapıt değerinden şu kadarcık yitirmedi.
Bellochio da haklı olarak, ülkesindeki, dünyamızdaki acımasız buyurgan yönetimi ele alır filmlerinde; bu kez 1. Dünya Savaşı öncesi toplumcu-demokrat kesimde yer alan Mussolini’nin, dürüst, meraklı bir gazeteci araştırıp ortaya çıkarana dek yığınlardan özenle gizlenin bir sevda öyküsünü işlemiş Yenmek’te. Dünyamızın acı yazgısı, yalnız Mussolini değil toplumcu söylemlerle ortaya atılıp sonra insanların başına bela kesilen; zaten Atatürk’ün ya da Fidel’inki gibi gerçek eşitlikçi, paylaşmacı toplumcu ülküyü ömür boyu sürdürebilen kaç kişi olmuş yeryüzünde? Öbürlerinin hepsi, ister sağ ister sol kesimde, kendi zavallı ben’lerini doyurmak için şu güzelim mavi küreyi kana bulamışlar – ama bunu da sakın tek başlarına yaptıklarını, çok üstünyetenekli deliler olduklarını sanmayın; arkalarında hep o dönemin para babaları, büyük bankaları, çokuluslu kuruluşları vardı, vardır.
Filmin öyküsünde Wilhelm Reich bir kez daha, en acıklı biçimde doğrulanıyor: Benito’nun dirimsel enerjisi sıra dışı besbelli, filmin başındaki sahnede onu dinleyen güzel hanım daha ilk anda çarpılıyor; ve onu atlı polislerden kurtardığı karanlık kuytuda başlayan sarılışma tutkuyla sürüyor; öyle ki, gözü yüklerde sapığın evli ve çocuklu olduğu ortaya çıkınca, varını yoğunu gözünü kırpmadan ona sunan dilberde en küçük bir değişim olmuyor. Sonra adam adım adım bildiğiniz yerlere yükseliyor, dilber artık destek değil, köstek olmaya başlıyor; o zaman Rodin’in üstünyetenekli sevgilisine yaptığı yineleniyor, kızcağız delilerevine kapatılıyor, çocuğu elinden alınıyor, tek başına bir papaz okuluna veriliyor.
Bunca itilip kakılmadan, aşağılanmadan sonra kızımız uyanıyor mu dersiniz? Ne gezerrrr: tutkusu saplantıya dönüşüp sürüyor. Kimi zaman avaz avaz, kimi zaman ağlayıp sızlayarak, ben onun karısıyım, çocuğum da onun oğlu demeyi sürdürüyor.
Zavallı Exupéry, “sevgi iki insanın aynı yöne bakmasıdır” demişti; ne kadar yanılmış: o belki sağlıklı, mantıklı insanlar arasında öyle; ama burada, sevişme sahnelerinde tanık olduğumuz kadının büyük dirimsel gücü inanılmaz bir karabasana dönüşüyor. (Sırası gelmişken, Reich’ın Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı’nı merak edenlere yeniden duyurayım; alın okuyun, bütün öbür memelilerden daha akıllı, daha üstün olduğunu söyleyip övünen insanın bu hâle nasıl geldiğini öğrenin.)
Sözün kısası, Bellochio’nun filmi her yönüyle tam bir başyapıt; dvd’sini bulmaya çalışın.
Seçtiğimiz üçüncü film, 60-70’li yıllarda bütün dünyanın tanıdığı başkaldırı şarkılarının toplumsal öyküsüydü: Devrim Şarkıları. Karaların Martin Luther King önderliğinde giriştikleri insan hakları savaşında söylenmiş eski Zenci şarkılarının, yeni bestelenenlerin olaylar içinde izini sürmek hem çarpıcı, hem çok acıydı: Karalara yüzlerce yıldır ellerinden alınmış hakları kazandırmak için verilen kurbanları anımsadık; sonra Beyazların o hakları biçimsel olarak verir gibi gözükürken çevirdikleri yeni akılalmaz dolapları düşündük; ve Truva hançeri olarak Barak Obama’yı hem Zencilerin, hem bütün insanlığın sırtına sapladıklarını gördük.
Ne yazık hepimize!
Ulus Gazetesi, 26 Nisan 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder