SİNEMA ŞENLİĞİ
İKSV’nin bu yıl 29.uncusu yapılan şenliğine bilmem yakışıyor mu artık bu ad?
Çünkü ortada sinema sanatı da, onun şenliği de kalmadı bence. Elbette binlerce
film çekiliyor her yıl dünyanın dört yanında ve bunların yüzlercesi geliyor
İstanbul’a, ama biz gittikçe daha az sayıda film bulabiliyoruz gidecek.
Bu yıl da öyle oldu, o kalınca kitapçıktan ancak üç film işaretleyebildik
Nilgün’le: bunlardan ilki, yıllarca önce gördüğümüz, Joseph Losey’in Mr. Klein’ı
idi; unutmuşum, filmin parasını Mösyö Klein’ı canladıran Alain Delon vermiş:
böylece Visconti’yle attığı ilk başarılı adımlardan sonra yüzüne çakılıp kalan
kalıbı görmezden gelmemi sağladı doğrusu. Ama aynı hoşgörüyü, Losey’in de, daha
başka birçok ünlü yönetmenin de gözdesi Jeanne Moreau için gösteremeyeceğim;
bizim Yeşilçam dilberlerininki aratmayan bir cansızlıkla gezindi durdu filmde
kendisine düşen sahnelerde.
Ancak, çekimöyküsünü Franco Solanas’la birlikte yazmış olan Losey, bunca yıl
aradan sonra , sınavdan alnının akıyla çıktı: öykü sağlam, çekim sıra dışı,
kurgu, müzik her şey kusursuz. Üstelik, Ettore Scola’nın unutulmaz Özel Bir
gün’ü gibi, insanlığın en büyük ayıbı savaşın ortasında olağan yaşamını sürdüren
Paris’ten günlük görüntülerle inanılmaz derecede çarpıcı hâle gelmiş.
Böylece, şimdi yirmili yaşlarını sürdüren sinemaseverlere gerçek bir
armağandı film.
Solanas’ın Don Juan’ını da seçmiştik, ama bilet bulamadık.
İkinci gözdemiz, elbette İtalyan sinemasının tutarlı, onurlu ustası Marco
Bellochio idi; onda da Atlas’a yer bulamadık, Kadıköy Sineması için bilet almayı
da geç akıl etkim, dolayısıyla Amarcord’daki unutulmaz izleyiciler gibi, filmi
perdenin hemen dibinden, başlarımız havada izledik; olsun: başyapıt değerinden
şu kadarcık yitirmedi.
Bellochio da haklı olarak, ülkesindeki, dünyamızdaki acımasız buyurgan
yönetimi ele alır filmlerinde; bu kez 1. Dünya Savaşı öncesi toplumcu-demokrat
kesimde yer alan Mussolini’nin, dürüst, meraklı bir gazeteci araştırıp ortaya
çıkarana dek yığınlardan özenle gizlenin bir sevda öyküsünü işlemiş Yenmek’te.
Dünyamızın acı yazgısı, yalnız Mussolini değil toplumcu söylemlerle ortaya
atılıp sonra insanların başına bela kesilen; zaten Atatürk’ün ya da Fidel’inki
gibi gerçek eşitlikçi, paylaşmacı toplumcu ülküyü ömür boyu sürdürebilen kaç
kişi olmuş yeryüzünde? Öbürlerinin hepsi, ister sağ ister sol kesimde, kendi
zavallı ben’lerini doyurmak için şu güzelim mavi küreyi kana bulamışlar – ama
bunu da sakın tek başlarına yaptıklarını, çok üstünyetenekli deliler olduklarını
sanmayın; arkalarında hep o dönemin para babaları, büyük bankaları, çokuluslu
kuruluşları vardı, vardır.
Filmin öyküsünde Wilhelm Reich bir kez daha, en acıklı biçimde doğrulanıyor:
Benito’nun dirimsel enerjisi sıra dışı besbelli, filmin başındaki sahnede onu
dinleyen güzel hanım daha ilk anda çarpılıyor; ve onu atlı polislerden
kurtardığı karanlık kuytuda başlayan sarılışma tutkuyla sürüyor; öyle ki, gözü
yüklerde sapığın evli ve çocuklu olduğu ortaya çıkınca, varını yoğunu gözünü
kırpmadan ona sunan dilberde en küçük bir değişim olmuyor. Sonra adam adım adım
bildiğiniz yerlere yükseliyor, dilber artık destek değil, köstek olmaya
başlıyor; o zaman Rodin’in üstünyetenekli sevgilisine yaptığı yineleniyor,
kızcağız delilerevine kapatılıyor, çocuğu elinden alınıyor, tek başına bir papaz
okuluna veriliyor.
Bunca itilip kakılmadan, aşağılanmadan sonra kızımız uyanıyor mu dersiniz? Ne
gezerrrr: tutkusu saplantıya dönüşüp sürüyor. Kimi zaman avaz avaz, kimi zaman
ağlayıp sızlayarak, ben onun karısıyım, çocuğum da onun oğlu demeyi
sürdürüyor.
Zavallı Exupéry, “sevgi iki insanın aynı yöne bakmasıdır” demişti; ne kadar
yanılmış: o belki sağlıklı, mantıklı insanlar arasında öyle; ama burada, sevişme
sahnelerinde tanık olduğumuz kadının büyük dirimsel gücü inanılmaz bir
karabasana dönüşüyor. (Sırası gelmişken, Reich’ın Faşizmin Kitle Ruhu
Anlayışı’nı merak edenlere yeniden duyurayım; alın okuyun, bütün öbür
memelilerden daha akıllı, daha üstün olduğunu söyleyip övünen insanın bu hâle
nasıl geldiğini öğrenin.)
Sözün kısası, Bellochio’nun filmi her yönüyle tam bir başyapıt; dvd’sini
bulmaya çalışın.
Seçtiğimiz üçüncü film, 60-70’li yıllarda bütün dünyanın tanıdığı başkaldırı
şarkılarının toplumsal öyküsüydü: Devrim Şarkıları. Karaların Martin Luther King
önderliğinde giriştikleri insan hakları savaşında söylenmiş eski Zenci
şarkılarının, yeni bestelenenlerin olaylar içinde izini sürmek hem çarpıcı, hem
çok acıydı: Karalara yüzlerce yıldır ellerinden alınmış hakları kazandırmak için
verilen kurbanları anımsadık; sonra Beyazların o hakları biçimsel olarak verir
gibi gözükürken çevirdikleri yeni akılalmaz dolapları düşündük; ve Truva hançeri
olarak Barak Obama’yı hem Zencilerin, hem bütün insanlığın sırtına
sapladıklarını gördük.
Ne yazık hepimize!
Ulus Gazetesi, 26 Nisan 2010.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder