R. TOMRİS
Yaşamıma anlam ve güzellik katan bütün öbür insanlar gibi,Tomris’i de Memet
Fuat’ın ekin yuvasında, De Yayınevi’nde tanıdım.
Ben o yuvaya l964’te katılmıştım, o bir yıl sonra gelmiş.
Işıl ışıl, cıvıl cıvıl bir varlıktı; geldiğinde, sanırım bütün erkeklerin
gönlü şenlenirdi.
Ama doğanın temel yasası uyarınca,dişiler zaten beğendiklerini kendileri
seçer biliyorsunuz; kişilikli , kıvrak zekâlı bir dişi olarak Tomris de öyle
yaptı hep.
Seçtiklerinden, yanına yaklaşmalarına izin verdiklerinden Ülkü Tamer’le,Cemal
Süreya ile, son olarak da Turgut Uyar’la birliktelikleri sırasında sık sık
görüşürdük; çok tatlı anları paylaştık.
Sonra rastlantı ve gereklilik ikilisi başka bir yazgı çizdi; Turgut’la
yoldaşlıklarının son döneminde,yaşanan kazalardan dolayı, sevincin yerini acılar
aldı;talihsizliğin yolaçtığı mutsuzluk, elde olmadan, karşılıklı kezzaplaşmayla
sonuçlandı . O zaman, sevip kucakladığımız bu iki duyarlı insanı istemeden
oluşumuna katkıda bulundukları bu cehennemde görmeye dayanamadık, istemeye
istemeye uzaklaştık.
Turgut’un gidişinden sonra da Tomris’çiğimi ancak uzaktan, yazılarından izler
olduk; bir de, zaman zaman yolda görüyordum.
Nilgün’le aksatmadan okumaya çalıştığımız Gündökümü’nün l5 Mart l975
tarihlisinde bakın ne diyordu:
“Her girişte,vücudumuzun bir parçası madende kalır”,dedi radyoda konuşan
maden işçisi. Edebiyatta bedenden verilen fireler bu kadar elle tutulur olmasa
da, kesinlikle var.Taze duygular, taze sözler aktarmak isteyen yazar, bu yüzden
büyük sızılar çekiyor.Doğum sancısı gibi bir şey ‘nasıl iletmeli’ sorunu...
Kişiyi dolmuşa atlarken, dolaşırken,hattâ uyurken bile tetikte tutan bu bilenme
günlerinde bezginliğimizi, sabrımızı, her şeye karşın yitirmediğimiz umudumuzu
nasıl anlatmak.Çevremizi kuşatan çirkef içinde temiz kalma savaşımızı.Bir yol
kavşağı çeşmesinden göğse akıtarak içilen su gibi doğal, doyurucu anlatmak.Kolay
anlaşılır olma özrüyle kolaya kaçmadan,kaytarmadan, yazdıklarını
çoğaltmadan.
Bir yazar, işinin başına otururken,kalemi ilk eline alıyormuş gibi bir
acemiliğe kapılmıyorsa neden yazmak istesin? Bir daha hiç yazamayacağı korkusunu
her keresinde duymuyorsa,yazma coşkusunu hiç tatmamış demektir.Kendi adını
basılı görmeyi, yaşadığının kanıtı sayıyordur yalnızca.
Bu konuda sorulacak en önemli sorulardan biri şu galiba:”Bunu yazmam neyi
değiştirdi?”Yâni okur bunu okuduktan sonra bir kıpırtı duydu mu içinde,bir
titreşim, bir serinlik, bir açılım?
İkinci soru da şu:”Ya ben bunu yazmadan edebilir miydim?”Gerçekten?
Birinci cildin Sonsöz’ündeyse şunları dile getirmiş:
“Günce yazarken”, diyor Anais Nin,”bize acı gelen birtakım gerçeklerle
yüzleşmekten kaçınmanın getireceği sakıncalar hep sözkonusudur(...)Yine de bence
en önemli sorun, yazdıklarımıza omuzumuzun üstünden kaçamak bir bakış atan
birinin,gizli benliğimizi yargılayan birinin uyandırdığı korkudur.”
Bu görüşe katılmıyorum. Bence yazar,hangi gerçekleri okurlarla paylaşmak
istediğini,hangi acı gerçeklerin yalnız kendisini ilgilendirdiğini saptayabilen
kişidir.(Hele okuru psikanalisti olarak görmüyorsa.)Dolayısıyla yazar,gizli
benliğini en iyi yargılayan –en azından yargıladığını sanan –kişidir.
“Bir günde evrenler düşünürüz”, diye sürdürüyor Anais Nin.”Önemli olan
şimdi’dir, şimdiye bakışınız, şimdi nerede olduğunuz, bugün neler hissettiğiniz,
en baskın duygunuz.Ben bu noktadan yola çıkarım, o yüzden düşüncelerimde her
şeyi bulamazsınız.”
İşte buna katılıyorum.”
Sözün kısası, bu içten yazarın öykülerini, günlüklerini, çevirilerini
kucaklayabilirsiniz.
Cumhuriyet, 06.07.2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder