8 Ocak 2013 Salı

R. TOMRİS


Yaşamıma anlam ve güzellik katan bütün öbür insanlar gibi,Tomris’i de Memet Fuat’ın ekin yuvasında, De Yayınevi’nde tanıdım.
Ben o yuvaya l964’te katılmıştım, o bir yıl sonra gelmiş.
Işıl ışıl, cıvıl cıvıl bir varlıktı; geldiğinde, sanırım bütün erkeklerin gönlü şenlenirdi.
Ama doğanın temel yasası uyarınca,dişiler zaten beğendiklerini kendileri seçer biliyorsunuz; kişilikli , kıvrak zekâlı bir dişi olarak Tomris de öyle yaptı hep.
Seçtiklerinden, yanına yaklaşmalarına izin verdiklerinden Ülkü Tamer’le,Cemal Süreya ile, son olarak da Turgut Uyar’la birliktelikleri sırasında sık sık görüşürdük; çok tatlı anları paylaştık.
Sonra rastlantı ve gereklilik ikilisi başka bir yazgı çizdi; Turgut’la yoldaşlıklarının son döneminde,yaşanan kazalardan dolayı, sevincin yerini acılar aldı;talihsizliğin yolaçtığı mutsuzluk, elde olmadan, karşılıklı kezzaplaşmayla sonuçlandı . O zaman, sevip kucakladığımız bu iki duyarlı insanı istemeden oluşumuna katkıda bulundukları bu cehennemde görmeye dayanamadık, istemeye istemeye uzaklaştık.
Turgut’un gidişinden sonra da Tomris’çiğimi ancak uzaktan, yazılarından izler olduk; bir de, zaman zaman yolda görüyordum.
Nilgün’le aksatmadan okumaya çalıştığımız Gündökümü’nün l5 Mart l975 tarihlisinde bakın ne diyordu:
“Her girişte,vücudumuzun bir parçası madende kalır”,dedi radyoda konuşan maden işçisi. Edebiyatta bedenden verilen fireler bu kadar elle tutulur olmasa da, kesinlikle var.Taze duygular, taze sözler aktarmak isteyen yazar, bu yüzden büyük sızılar çekiyor.Doğum sancısı gibi bir şey ‘nasıl iletmeli’ sorunu... Kişiyi dolmuşa atlarken, dolaşırken,hattâ uyurken bile tetikte tutan bu bilenme günlerinde bezginliğimizi, sabrımızı, her şeye karşın yitirmediğimiz umudumuzu nasıl anlatmak.Çevremizi kuşatan çirkef içinde temiz kalma savaşımızı.Bir yol kavşağı çeşmesinden göğse akıtarak içilen su gibi doğal, doyurucu anlatmak.Kolay anlaşılır olma özrüyle kolaya kaçmadan,kaytarmadan, yazdıklarını çoğaltmadan.
Bir yazar, işinin başına otururken,kalemi ilk eline alıyormuş gibi bir acemiliğe kapılmıyorsa neden yazmak istesin? Bir daha hiç yazamayacağı korkusunu her keresinde duymuyorsa,yazma coşkusunu hiç tatmamış demektir.Kendi adını basılı görmeyi, yaşadığının kanıtı sayıyordur yalnızca.
Bu konuda sorulacak en önemli sorulardan biri şu galiba:”Bunu yazmam neyi değiştirdi?”Yâni okur bunu okuduktan sonra bir kıpırtı duydu mu içinde,bir titreşim, bir serinlik, bir açılım?
İkinci soru da şu:”Ya ben bunu yazmadan edebilir miydim?”Gerçekten?
Birinci cildin Sonsöz’ündeyse şunları dile getirmiş:
“Günce yazarken”, diyor Anais Nin,”bize acı gelen birtakım gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmanın getireceği sakıncalar hep sözkonusudur(...)Yine de bence en önemli sorun, yazdıklarımıza omuzumuzun üstünden kaçamak bir bakış atan birinin,gizli benliğimizi yargılayan birinin uyandırdığı korkudur.”
Bu görüşe katılmıyorum. Bence yazar,hangi gerçekleri okurlarla paylaşmak istediğini,hangi acı gerçeklerin yalnız kendisini ilgilendirdiğini saptayabilen kişidir.(Hele okuru psikanalisti olarak görmüyorsa.)Dolayısıyla yazar,gizli benliğini en iyi yargılayan –en azından yargıladığını sanan –kişidir.
“Bir günde evrenler düşünürüz”, diye sürdürüyor Anais Nin.”Önemli olan şimdi’dir, şimdiye bakışınız, şimdi nerede olduğunuz, bugün neler hissettiğiniz, en baskın duygunuz.Ben bu noktadan yola çıkarım, o yüzden düşüncelerimde her şeyi bulamazsınız.”
İşte buna katılıyorum.”
Sözün kısası, bu içten yazarın öykülerini, günlüklerini, çevirilerini kucaklayabilirsiniz.

Cumhuriyet, 06.07.2003

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder