NUR BABA
Her gün tanık oluyorsunuz, KÜRESEL HARAKİRİ’nin baş oyuncuları Amerikalılarla İngilizlerin ardına takılıp gönüllü devşirmelik yapanlar en çok Atatürk’e, devirm ve ilkelerine saldırıyor; hadi Amerika’nın özerklik kandırmacalarına yüksek kazançlarla hizmet eden hainlerin masallarına kanıp Atamıza saldıranları kendi mantıksızlıkları içinde anlamaya çalışalım; peki kurduğu Parti’nin temsilcileri arasından da aynı hançerleri önce Türk, sonra dünya halklarının sırtına saplayanlara ne demeli?
Bu modaya, yazık ki şu anda Silivri’de tutsak edilmiş olan, Aydınlık yazarlarından, her şeyi herkesten önce, herkesten daha doğru dile getirdiğini sürekli kafamıza çakan bir Bilgiç Dede de, fol ve yumurta yokken, Yakıp Kadri’nin “Nur Baba” adlı romanından söz etti.
Bu romanda, Alevi kardeşlerimize öteden beri, haksız ve edepsizce çalınan bir karadan “mum söndürme” olayından da söz ediliyormuş.
Bunun üzerine, yaşayan Alevi Bilgeleri’nden ikisi, bereket yine Aydınlık sayfalarında buna uzunca bir yanıt verdiler; Aleviler öyle ileri sürüldüğü gibi mumları söndürüp karanlıkla ellerine geçeni becermezler; tersine, bütün kafalarda bir mum yakmaya; kadın erkek bütün insanları aydınlatmaya; Tanrı’nın en sevgili yaratığı insanı yüceltmeye çalışırlar, dediler; hem de belgeleriyle.
Anlattıkları arasında en çarpıcı olanı, Atatürk’le ilgili bölümdü; bilirsiniz, Mustafa Kemâl, parasız pulsuz, rütbesiz görevsiz Sivas’tan ayrılıp lastikleri ve benzini bile bir Amerikan kolejinden sağlanan döküntü bir arabayla Ankara’ya gelirken, Hacı Bektaş’a da uğrayıp o zamanki Dede’yi görmeye gitmiş, sofrasında rakısını içmiş; sonunda da, olup biteni, olacakları çok iyi sezip gören bu güzelim insanlardan bir kese yardım almış,
Yakup Kadri bir Alevi çocuğuymuş meğer; ama her dönemde, her ülkede, verilecek bir ödül için, üç beş alkış için ruhunu da, yurdunu da satan yamuklar hep çıkmış, bundan sonra da, bütün dünya Küba halkı kadar erdemli kılınmadıkça daha da çıkacak besbelli.
Romanın yayınlanmasından sonra bir akşam, Mustafa Kemâl ünlü sofrasına, Yakup Kadri’nin babasıyla birlikte başka bir Dede’yi çağırtmış hemen yanıbaşına oturtmuş; sonra, gidip şimdi de Yakup Kadri’yi getirin, demiş. Onu da tam karşısına yerleştirmiş.
Aslında, söze hiç gerek yok bu sahnede; anlatılmak istenen, verilen ders o kadar açık ki.
Atatürk, hoşbeş arasında Yakup Kadri’nin babasından bir türkü istemiş; o yüce gönüllü insan da seve seve söylemiş. Derken söz romana, orada değinilen konulara gelmiş; oğlunun her şeyi bile bile böyle alçakça çarpıtmasına içerleyen Baba kırgınmış elbet.
Söyleşinin sonunda Mustafa Kemâl¸Yakup’a dönüp; hadi bakalım, şimdi ayağa kalk, babanın elini öpüp özür dile, demiş. Ama Bilge Dede ondan önce ayağa fırlamış, kollarını açıp oğluna doğru yürümüş, kucaklayıp öpmüş.
Mustafa Kemâl, her zamanki gibi iki elini masaya vurup toplantının sona erdiğini bildirdikten sonra, yâverine, bu akşam beyler bir bizim konuğumuz olsunlar, kendilerine odalarını gösterin demiş
Öteden beri, insanlığın, ancak Alevilerin getirdiği yerden dana ileri giderek uygarlaşacağına inanırdım; nitekim Fidel Castro ve arkadaşları işte bunu başardılar: Küba’da kadın erkek eşitliği tam; kadınlar gerçek, bilinçli birer yurttaş. Bunun o toplumu ne kadar sarsılmaz bir dirence kavuşturduğunu gidip gözünüzle görmeniz gerekir.
Alevilere gelince, paradan ve sanal erkten başka bir şey düşünmeyen, düşünemeyen alçak Batılıların, Amerikalıların çevirdiği dolaplar günümüzde onları Maraşlarda, Sivaslarda, Gazi Mahallelerinde yakmaya kırmaya devam ediyor; aslında Yavuz (?) Selimlerin onları toplayıp diri diri kör kuyulara gömmeye başladığı günlerden beri, kolluk güçlerine ya da gönüllü katillere yakalanmamak için mumlarını, kandillerini söndürüyor olmalılar; yoksa aklı belinden yukarı çıkamayanların ileri sürdükleri gibi karanlıkta önüne gelene saldırmak için değil.
Ben Yakup Kadri’nin yerinde olsam, hani Mustafa Kemâl’in gösterdiği bir tepeyi ele geçiremediği için, üstelik tepenin alınmasından birkaç dakika önce tabancayı beynine dayayan komutan gibi, o akşam eve gidince, ömrümün bundan sonraki bölümünde duyacağım kaldırılmaz utanca son verirdim.
Bu öyküde, Alevi kardeşlerimizi erdemi, yüceliği kadar, önce Anadolu halkının, sonra ezilen, sömürülen bütün dünya halklarının Gerçek Nur Babası’nın Mustafa Kemâl Atatürk olduğu bir kez daha kanıtlanıyor.
Ama yazık ki Aydınlık’taki Bilgiç Dede, ertesi haftaki yazısında, bu satırları hiç okumamış gibi, yine Yakup Kadri’nin kitabının o günlerde nasıl ses çıkardığından söz etti; ne diyeyim? Yüce Gökler onu bildiği gibi yapsın.
*
Öteden beri kafamı kurcalayan bir konuya değineyim şimdi de; Carmen, şimdiye dek yazılmış en güzel yapıtlardan biri bence, müzik açısından.
Ama hele Saura’nın Carmen’ini izlediğimden beri gerek yapıtın öyküsü, gerek Carmen’in ünlü şarkısı ağzımın tadını epey kaçırıyor: aşk, ele avuca sığmaz bir kuşmuş; adam onu severse, o sevmezmiş; ama bir de severse, adam kendini kollamalıymış!
Biliyorsunuz, doğa insan soyunun sürebilmesi için, yeni yavruyu asıl yaratıp büyütecek varlığı, kadını, dirimsel=cinsel açıdan erkekten birkaç kat güçlü yaratmış; bütün erkekler, horozlar gibi, sarıldıkları kadının üstünden beş on saniye indiklerinde, kadınlarımız daha kıpırdamamış oluyorlar; ve dünyanın bütün mutsuzlukları, kıskançlıkları, ceza yasaları bundan doğuyor: ya kadın kıpırdamaya yeltenirse?
Ancak bu doğal üstünlük, toplumsal alanda hep ters yorumlanmış; Orta Çağ’da büyücü, cadı sayılan kadınlarımızı diri diri yakmışız; aradan geçen onca yüzyıldan sonra, şimdi odun kalmadığı için olacak, ya delik deşik ediyor, ya kurşun yağmuruna tutuyoruz,
Ama operada karşımıza çıkarılan kadın örneği sakat, çarpık; gerçek sevdada, ne kadın, ne de erkek, sevgilisinin koynundan çıkar çıkmaz başkalarına koşmaz; cinsel-düşünsel doyumu iki erkeği kapıştırmakta ya da karnına bir bıçak saplanmasında aramaz.
Bu satırları yazarken aklıma, Lui dergisinde okuduğum bir öykü geldi; Fransa’nın ömrünü müzik eşleğinde soyunarak geçirmiş yıldızlarından biri, günün birinde kendi yerini açmış; yine soyunuyor, ama bu kez konuşarak; kendisini izlemeye gelenleri zangır zangır titreten sözler ederek. Her yerdeki gibi, Paris’te de, bu soyunan çekici kadın karşısında ileri geri lâflar eden çıkıyormuş; bunun üzerine kadın, adamı sahneye çağırıyor, hadi buyur, söylediğini yap, diyormuş. Adam patlamış balona dönüyormuş elbet.
Bu hanıma gazeteci soruyordu; iyi ama siz evli değil misiniz, sevgiliniz yok mu? Yaptığınız bu işten dolayı sizi kıskanmıyor mu?
O da, sakin sakin şöyle diyordu: ben sevgilimle güneş patlaması gibi bir şey yaşarım; insan bundan sonra öylesine dolu ve doyumludur ki, bu mutluluğu bütün insan kardeşleriyle paylaşmak ister.
Zavallı Carmen’in, daha doğrusu operanın alındığı romanı yazanın bundan hiç haberi yokmuş demek ki; ne yazık!
*
Sonunda, Madımak’ta 33 kişiyi diri diri yakanlar kurtarıldı, dâvâları zaman aşımına uğratıldı; herkes bu kararı alan yargıçları, onları etkileyen milletvekillerini, yetkilileri kınıyor.
Oysa asıl suçlanacak, kınanacak kişi Erdal İnönü’dür; o sırada başbakan yardımcısı; başta Aziz Nesin, birçok kişi onu telefonla arayıp durumu anlatıyor; yakılmak üreyiz, aman yardım edin, diye yalvarıyor. O bilim adamı, pireyi incitmeyen, çelebi mi çelebi adam sakın tasalanmayın, bütün önlemler alındı yanıtını veriyor; oysa önlem falan yok, kentin yanıbaşındaki birliğin komutanı, bir dakikada durdurabileceği o çıldırtılmış kalabalığı dağıtmak üzere askerlerini yollamıyor; topu topu bir manga geliyor, o da arada kaynayıp gidiyor.
Sonraki yıllarda Edal Bey’i çeşitli yerlerde birkaç kez gördüm; yüzünde en küçük bir acı, kaygı, utanç belirtisi yoktu: o kadar emindi ki arılığından duruluğundan!
Bence, insanlığın bugün çektiği acılar, gözü dönmüş doyumsuz, hırslı, acımasız insanlardan çok, böyle bile bile suskun kalan, serçe parmağını oynatmayan kişiler yüzündendir.
Wilhelm Reich buna duygusal veba derdi; ne kadar haklıymış!
*
Cumhuriyet’ten bir hanım Pazar günleri adları ortalıkta dolaşan insanlarla söyleşir; geçen Pazarlardan birinde Sırbistan’ın genç Büyükelçisi ile konuştu.
Delikanlı ünlü bir gazetecinin oğluymuş; ayrıcalığını sonuna dek kullanmış Londra’da iktisat okumuş, yurduna dönüşte, art arda önemli görevlerde bulunduktan sonra, Ankara’ya elçi olarak gönderilmiş.
Ele alınan konu, Yugoslavya’nın parçalanması; küçük bey diyor ki, bu Avrupalılar hâlâ buyurucu (emperyalist) kafadalar; kafadar sözcüğünü çok seviyor besbelli, ülkeyi parçalayan içsavaşı da üç kafadar,Miloşeviç, Tudjman ve İzzetbegoviç el ele verip çıkarmışlar.
Londra’da tutumbilimi yalnız şimdilerde çok gözde olan şu ünlü liberal bakışla okumuş besbelli: insanlık tarihindeki bütün savaşları bir avuç azgözlü ataerkil sülüğün çıkardığını hiç duymamış, düşünmemiş. Oysa, yüzüne bakınca, sevgili Tito Yugoslavya’yı birlik ve barış içinde yaşatmaya uğraşırken doğduğu anlaşılıyor; çocuk da olsa, o günlerde insanlara sağlanan olanakları o da yaşamış olmalı; hadi diyelim kendisi göremedi; ünlü bir gazeteci olan babasının anlatmış olması gerekir – dinleyecek kulağı varsa elbet.
Ettiği sözlerin neresini düzelteyim? Buyurucu kafada olanlar yalnız Avrupa Birliği’nin etkili üyeleri değil ki! Yeryüzündeki bütün artı-değeri de, kaynakları da ellerinde toplamaya yemin etmiş olan, başka türlü bir davranış biçimi bilmeyen anamalcı hastalar. O bankaların, uluslar arası kurumların içinde ya da başında olsak, biz de aynı şeyleri yapmak zorunda kalırız. Önce silah ya da mikrop üretip insanları birbirine kırdıran, yarattıkları hastalığın ilacını satıp trilyonları vuranlar da onlar.
Üç kafadara gelince, başta İngilizler, Avrupalı sömürücülerin kışkırtmalarına kapılan; özgürlük, demokrasi gibi elma şekerlerini dişleyip daha düne kadar kız ya da oğlan alıp verdiği yazgıdaş yurttaşları Bosna Herseklilere ilkin Hırvatların saldırdığını o görmezden gelse de, bütün dünya biliyor, biz de unutmadık.
Bundan yüreklenen Sırplarsa, yakın tarihin en korkunç, acımasız kıyım ve kırımlarından birine girişip çoluk çocuk, yaşlı genç,,kadın erkek demeden bütün Boşnakları toplu mezarlara tıktılar; hem de sözümona çatışmaları önlemek, barışı geri getirmek üzere gönderilmiş Birleşmiş Milletler askerlerinin gözetiminde, denetiminde.
Birçok benzeri gibi, genç Sırbistan Büyükelçisi de sevgili Yılmaz Dikbaş’ın o güzel adlandırmasıyla tam bir gönüllü devşirme demek ki; yakında 21. Yüzyılda büyük bir tantanayla, hem de bütün dünya açlıktan kırılırken, bir eli yağda öbürü balda yaşatılan İngiliz Kraliçesi ona da bir nişan takar elbet.
*
Bu iç karartıcı şeylerin yanında, ışık, aydınlık, umut yine Küba’dan geldi; Sevil¸Sendika Org sitesinden bir yazı indirdi: Küba’da Eğitim.
Havana’ya gelip işe el koyduktan kısa bir süre sonra ünlü bir bale okulu yöneticisine koşup hoşbeşin ardından; Küba’da bale sanatını diriltebilmek için kaç paraya gereksinimiz var? diye soran; 100 000 dolar yanıtını alınca, biz size 200 000 dolar verelim, siz de bize ulusal bir bale yaratın diyen o benzersiz insan ve arkadaşları, şu dillerden düşmeyen halkerkinin (demokrasinin) bütün yurttaşları önce okur yazar; sonra olup biteni, çevrilen dolapları, kurulan tuzakları herhangi bir önderin anlatmasına gerek kalmadan kendisi düşünüp anlayabilen insanlar yaratmaktan geçtiğini çok iyi görmüş - Türkiye’nin ancak köylü çocuklarını karanlığın pençesinden kurtarıp aydınlığa kavuşturmakla güçlü, bağımsız bir ülke olabileceğini çok iyi gören; ama yanında yöresinde çaresizlikten iş vermek zorunda kaldığı bütün insanlar ürkek, pısırık, hattâ karşıdevrimci oldukları için; ayrıca Fidel gibi kurduğu yapının başında 50 yıl kalamadığı için gerçekleştiremeyen Mustafa Kemâl Atatürk gibi.
Oysa Küba’da şimdi okuma, aydınlanma kapısı herkese açık; bunun için gerekli altyapıyı da, öğretmeni de sağlamışlar ilkin; dolayısıyla, her kesim, işçiler, köylüler, akderililer karaderililer herkes okuma, bilinçlenme olanak ve hakkına sahip; üniversite sonuna dek, bütün eğitim, öğrenim, barınma, beslenme, kitap, kalem, giysi, her şey parasız.
Her okulda sanat eğitimiyle ilgili bir bölümün bulunmasının yanında, ülkenin dört bir yanında sanat okulları açılmış; dahası, bütün dünyada birer işkence yuvası gibi tasarlanıp kurulmuş olan ve işletilen cezaevlerinde bile açık öğretim var: insanların kötü ruhlu, şeytan ya da sapık oldukları için değil, bilgisiz kaldıkları için suç işledikleri kabul edilerek buralara kapatılmış insan kardeşlerimize de okuyup öğrenme, bilinçlenip toparlanma, sağlıklı bireyler olarak yeniden toplumsal yaşama dönme olanağı sağlanmış.
Ardı arkası gelmeyen, gelmeyecek olan parasal bunalımların kıskacında yaşamaktan kurtulmaya karar verebildiğimiz gün, bütün dünyanın en olumsuz koşullarda bile bakıp örnek alabileceği eğitim dizgesi gözümüzün önünde duruyor.
Yeter ki şu çılgın gidişe son vermeyi kararlaştırıp uygulayabilelim.
*
İletişim ağında yeni bir dost edindim: Osman Türkoğuz; olasılık-gereklilik sonucu, benim gibi o da gerçek bir Ali Yüce hayranı. Geçen gün bir şiirini yolladı; onu buraya alayım, paylaşalım.
POLİKİLİNİK
Hastane koridor iskarpin ökçe
Kep gömlek bel göğüs hemşire
çıkı tak, çıkı tak, çıkı tak.
Yürürken sert dururken yumuşak
Sekerken hem sert hem yumuşak
Doktor beğ geldi geliyor gelecek
belki on’da, belki onbir buçukta
Saatler uzun, uzun, canım kısa
Doktor beğe selam edin
Saatler buçuksuz olsa
Devlet baba doktor bacı ana
koridor halk kuyruk sabır kavga
bir doktora üçbin hasta vay be
adın ne yaşın kaç neyin var
bir dakikada üç muayene
reçete roman ilaç uy anam
kapı koridor iki hademe bir imam
kısa bir sedye uzun bir ölü
Rap/ rap/ rap/ lap/ lap/ lap
kart bir doktor taze bir hemşire
çıkı tak çıkı tak çıkı tak
gözlerinde uçurtma uçur
Dudağından sigara yak.
Şuramda aha şuramda bir sancı
En derin hocalara yazdırmışım
Okutmuş üfletmişim olmamış
İniş yokuş kağnı eşek yaya
Kalkıp gelmişim ta buralara
Duvar diplerine kapı önlerine
Uzanmışım oturmuşum çömelmişim
Sırtımı önce Allaha sonra duvara dayamışım
Doktor beğ geldi geliyor gelecek
Beklemişim beklemişim beklemişim
Sırtımda taşımışım utancınızı
Çağınıza uygarlık taşımışım
Güzellik taşımışım kadınlara kızlara
Damarlara kan yüzlere kahkaha
Kısır memelere süt taşımışım
Barış taşımışım ak güvercinlere
Tüfek yumruk sopa seferberlik
Yirmi kişiye bir kara somun
Kırk kişiye bir matara su
Yemen çöllerinde ot yiyerek
Çarpışmışım Allah Allah diyerek
Çağlar uçuklamış sesimden
Kemâl Paşa İsmet Paşa Kurtuluş savaşı
İstanbul Çanakkale İzmir Erzurum Kars
Top tüfek süngü sopa yumruk imam
Ayda insan izi yoktu o zaman
Dördüncü top taburundan Bekir Çavuş
İniş yokuş kağnı eşek yaya
Kalkıp ta buralara gelmişim
Duvar diplerine kapı önlerine
Uzanmışım oturmuşum çömelmişim
Şuramda aha ta şuramda bir sancı
İster gel ister gelme doktor beğim
Ben ölmeye alışmışım.
Berfin, Nisan 2012, s. 170
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder