MERYL STREEP
Sinemasever olup da Meryl Streep’i tanımamak, dahası, vurgun olmamak elde mi?
Doğa vergisi güzelliğine, duyarlılığına bir de sıkı bir eğitimi ekleme talihine
ermiş bu sıradışı varlık, daha ilk filminde, Julia’da, dört büyük oyuncunun
arasında, hem güzelliğiyle, hem ancak şöyle bir gösterilen duyarlılığıyla
gözümüze çarpmıştı.
Sonra, Geyik Avcısı’nda, Fransız Teğmenin Kadını’nda, Sophie’nin Seçimi’nde,
daha başka bir dizi güzel yapıtta bizi hiç düşkırıklığına uğratmadı; tersine,
sevinçten havalara uçurdu yeteneğiyle.
Şimdi adını unuttuğum bir Avustralya filminde, oralı bir orta sınıf aile
kadınını öyle inanılmaz oynuyordu ki, eli yüzü davranışları, o kadar iyi
bilmesem de, Avustralya ağzı İngilizce’siyle gerçek bir mutluluk kaynağıydı.
Kırk yıllık İtalyan westerni kahramanı Clint Eastwood’un hem yönetip hem
birlikte oynadığı filmde de öyle.
Günümüz sinemasının ağzımıza sürdüğü biberler yüzünden, onun karşıkonmaz
çekimine karşın, ürke ürke gittik sanat yoldaşım Nilgün’le Tersyüz’e. Gitmez
olaydık.
Nicolas Cage denen Amerikan tohumunun tek bir kopyasına dayanamazken,
yönetmeyen, iki örnek çıkarmasın mı karşımıza!
Gerçek bir beyin- ağız sürgününün ardından, Meryl de düzeysizliğe
ayakuydurdu, film rezillikler içinde sona erdi.
Buna karşılık, Virgina Woolf’un yaşamından yapıtlarından esinlenerek yazalıp
çekilmiş Saatlar sanat adını verdiğimiz şeye eksiksiz yakışan bir yapıttı.
Michael Cunningham’ın filme bakınca Pulitzer Ödülü’nü bileğinin hakkıyla
kazandığı anlaşılan romanından yola çıkılarak tasarlanmış çekimöyküsüne
dayanıyor – ne yazık ki bu işi başaran insan kardeşimin adını belleyemedim, ama
bu filme nasılsa bir daha gider, öğrenirim.
Virginia Woolf’’un Mrs Dalloway’i yazdığı ünlerde başlayıp, evlerinin
yakınlarındaki akarsuda canına kıymasıyla sona erecek zaman kesitinde, üç ayrı
evde, üç kadının yaşadıkları saatları anlatıyor filmi.
Üç ev, üç mutsuz kadın, üç ayrı dönem: yüzyılın başları, ortası, 2001.
Bu üç ayrı dönemdeki kadınları canlandırmak üzere seçilen oyuncuların
berense, düşünsel, duygusal sıradışılıkları; zaten filmdeki rol dağımı kusursuz:
hizmetçilerden çocuklara, erkeklere dek herkes yerli yerinde, son derece
çağrışımlı; herkes işini insanı sanatın arıtıcılığıyla havalara uçurtacak kadar
başarılı.
İkinci kadının yüzüstü bırakılmış, duyarlı –sonradan yazar, ozan olacak –
oğlunu canladıran Ed Harris soluk kesici; Virginia’nın kocasını oynayan, adını
yazmaya fırsat bulamadığım sıradışı insan da öyle.
Yönetmen Stephen Daldry işini , olması gerektiği gibi biliyor: bu filmi
yatırılan paraları, emekleri boşa harcamamış Tersyüz’deki gibi.
Meryl’le Harris’i, Virginia’yla kocasını, Laura Brown’la kocasını, oğlunu,
belki kanser tanısı konup bir daha hastaneden çıkamayacak çarpıcı kadın komşunu
izlemek yeryüzünde tadılabilecek hazların en inceleriydi.
Hoyrat yetiştirilmiş, hoyrat bırakılmış, dolayısıyla kadınlarınkine denk bir
yalnızlık içinde yaşayan erkeklerden – onları bu hâle ne yazık ki işte o yaralı
bereli, sevgisiz, mutsuz kadınlar, anneler getirdi, getiriyor – umut kesen
kadınların birbirlerine yönelişleri, tensel hazzı da, sevgiyi de birbirlerinde
arayışlarını Cunningham da, Daldry de, başka bir deyişle, iki erkek, kusursuz
sezip yansıtmışlar.
Kendinize şölen vermek üzere, umarım gösterimden kalkmadan bu acı, onurlu
şiiri görüp tadarsınız.
Cumhuriyet, 26.3.2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder