Adaşı yalvaçı değil daha çok bir Anadolu dervişini andıran İsa Çelik, Ulusal
Kanal’daki unutulmaz söyleşide tatlı tatlı anımsattığı gibi, öyle kırk değil,
bin yıllık dostumdur.
Toroslarda doğmuş bu Yörük çocuğu, kökenine, atalarına yakışır bir ömür
sürdü; aldığı temel eğitimi bir yana bırakıp sevdasının ardına düştü, sevdiği
dünyayı, insanlarını, çiçeklerini, kuşlarını görüntüledi; doğa onu oluştururken
hiç cimri davranmamış, coşkusunu, acısını anlatmaya fotoğraf yetmeyince,
yontular yonttu ağaçtan, toprağı pişirdi, öyküler yazdı.Yığınla kitaba güzel
kapaklar dikip giydirdi. Öyküleri,Dur Gitme ve Naldöken adlı kitaplarda
toplandı. Hazırladığı yeni çalışmalar sanırım basım aşamasında.
Birçok ülkeye gitti, sergiler açtı, müzikli saydam gösterileri düzenledi,
güzeli, güzel anlatımı insan kardeşleriyle paylaştı.
Bir başka önemli ortak yanımız, bu toprağın yetiştirdiği, İlhan Selçuk’un
güzel anlatımıyla, “öncülü ardılı bulunmayan” büyük bir Usta’nın, Ruhi Su’nun
ömür boyu can dostu oldu; en güzel görüntülerinden çoğunu çekme tadını yaşadı.
Büyük Usta’yı son yolculuğuna uğurlarken, sırayla başında nöbet tutanlar
arasında o da vardı
Ben insanın, doğa tarafından bağışlanmış, maymun kardeşininkine oranla azıcık
daha gelişmiş beyninin, özellikle hani şu düşgücü denen kesimin hakkını
verebilmesi için, yaşama sanatı’nı öğrenmesinden yanayımdır.
Peki, nedir bu yaşama sanatı? Kısaca, yaşamın her ânını sanat gibi
yaşamaktır. Bunun içinse, söylemeye bile gerek yok, önce daha oluşum aşamasında,
anasıyla babasının can güvenliklerinin sağlanmış; barınmaları, beslenmeleri,
eğitimleri güvence altına alınmış; bunun sonucunda, çocuklarını kazara değil,
bilerek, isteyerek, sevinerek edinmiş olmaları gerekir. Sonra da bu kavrama
uygun biçimde büyütüp yetiştirmiş olmaları.
Gerçi anamalcı savurganlığın her şeyi yok ettiği, insanları topluca aç,
açıkta, işsiz, umutsuz sokağa fırlattığı dünyamızda, 500 yıllık acımasız
sömürüden sonra, 50 yılda gerçek bir mucize başarıp sevgiye, paylaşıma dayalı
hakça düzeni gerçekleştirmiş olan Küba’nın ışıklı yolunu, sancılı da olsa, birer
birer seçen Güney Amerika ülkeleri dışında bu soylu kavramın anlamı kalmadı; ama
umut ışığı oralarda yanıyor.
İsa’nın anası babasıyla, çocukluğuyla, gençliğiyle ilgili bütün ayrıntıları
bilmiyorum yazık ki; ama tanıdığım yıllar boyunca, hep kendiyle barışık,
dengeli, alçakgönüllü gerçek bir yaşama sanatı ustası vardı önümde. Yalnız
yapıtlarıyla değil, kendi varlığıyla.
Ve bu kavram uyarınca, elinin erdiği, gücünün yettiğince insan kardeşlerinin
biriktirdiği bütün hünerleri, bütün ürünleri tanımaya, ben’ine katmaya çalıştığı
hem fotoğraflarında, hem öykülerinde, hem konuşma ve davranışlarında açık seçik
görülüyordu. Sizin de can gözünüz açıksa elbet.
Öykülerinde, içinden çıktığı yöreyi, toprağı anlatmakla yetinmemiş; yaşama
sanatı’nın kurucu öğelerinden dil’in, Türkçe’nin önemini kusursuz bildiği için,
küreselleşme palavrasıyla yozlaşan, bin bir özentinin çamuruna belenen güzelim
dilimizi, özellikle de anasından atasından duyduğu eşsiz Toros dilini
canlandırmak, yaşatmak üzere, bilinçli olarak yerel sözcükleri kullanmaya
ağırlık vermiş; kırılgan okurlar incinmesin diye de, kitabının sonuna bu
sözcüklerin yaygın dildeki karşılıklarını yazmış. Kendi göbeğini kesmenin yeni
bir örneği.
2008 yılı, öbür iki ustayla, Gültekin Çizgen ve İbrahim Zaman’la birlikte,
onun da yaşama sanatımıza yapmakta olduğu katkıların 50. Yılıydı.
Canım İsa’cığım; Demokritos’un dediği gibi, varlığımız da, yazgımız da
olasılık ve gereklilik halkalarının uc uca eklenmesiyle oluşuyor; doğrusu,
yaşama serüvenim içinde sana rastlamak, dostun, yoldaşın olmak büyük
talihti.
En içten teşekkürlerimle sevgili Toros Dervişi!
Cumhuriyet,12.02.2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder