BİRNUR ŞENER
Fakir Baykurt içerde oturuyor. Birnur da ona kahve pişiriyor ya da çorba
kayhatıyor; Fakir o aralar masallara merak sarmış – belki başından beri öyleydi
– masal anlatan kadın ya da erkeklerle tanışmak, masallarını saptamak istiyor.
Birnur uyanık, kendi çocukluğunda dinlediklerinden ya da Fakir’le birlikte kayıt
ettiklerinden, Anadolu’da masalların nasıl düzülüp anlatıldığını çok güzel
yakalamış; her gün de köylere, evlere gidip yeni masallar dinleyemiyor; Tombili
Kuşum dediği Fakir’i mi üzecek? Kahve ya da çorba başında kendisi bir masal
uydurup içerde anlatıyor.
Fakirciğimin de temiz yürekliliğine bak! Coşkuyla, alkışlarla dinleyip küçük
defterine yazıyor anlatılanları.
Onun temiz yürekliliğine, Birnur’un da cingözlüğüne bakın.
Fakir’in Kıyısında’yı okudunuz mu bilmem? Nilgün, Oktay ve ben okurken,
Fakir’in o masalları dinleyip yazarkenki şaşkınlığını, sevincini yaşamıştık.
8 yaşında, dişinin çekileceği berber koltuğunda ilk kez adını işittiği
Fakir’e eve döner dönmez mektup yazmaya başlayan; bütün itilip kakılmalara,
mektupların yırtılmasına karşın tam kırk yıl o kitapta kimi örneklerini
gördüğünüz mektupları yazan Birnur’un mayasında , bütün türkülerimizi yakan,
bütün masalları düzen güzelim Anadolu halkının, kadınlarla erkeklerinin – belki
daha çok kadınlarının – tohumu var besbelli: mektupların yanında, içinin
yangınını, acılarını, sevinçlerini, sevdalarını dile getirecek öykücükler de
yazmış ömür boyu.
Fakir’in Kıyısında hak ettiği ilgiyi görünce, Oktay Şimşek ondan bu öyküleri
temize çekip göndermesini istedi.
Yine bilgisiyarda yazılmış bir kucak öykü geldi; Papirüs gibi küçük
yayınevlerinin bugünkü sıkıntılarını biliyorsunuzdur; ancak bir bölümü
alınabildi Düş Kurma Oyunu’na.
Kitaba adın veren öyküde Birnur, kendisini okutmayan, halı tezgahının başına
çakan anasına karşı gelemediği, kızını onun pençesinden kurtarıp okutmayı
başaramadığı halde sevdiği iyi yürekli babası, anasının baskısıyla bunaldığı
anlarda düşlere dalan, bin bir oyun tasarlayan kızı için dermiş bunu: “İşte
benim kızım oturdu yine kendine oyun kuruyor”.
Bu öyküde Birnur kendini şöyle özetliyor:
“Başımıza gelenlerin yanlış işlerini birimiz görmese, birimiz görür. Her gün
birimiz gazete alırız; o gazeteyi beşimiz de okuruz. Akşam olunca gazeteyi bana
verirler; evde küçük ilânlarına varana dek her yerini okur ezberlerim.
Anam, ‘O gazetenin başında geçirdiğin zamanı derslerine versen, bilgilerin
dolar taşar, aklın başından göklere fışkırırdı!’ der. O böyle der demez, ‘Düş
Kurma Oyunu’na başlarım. Bedenimi havuz fıskiyesine dönüştürür, kendimi
Cumhuriyet Alanı’ndaki havuzun ortasında bulurum. Bir elim yere, öbür elim göğe
doğru fışkırır, sularım taşar. İçimi bir onur, bir sevinç kaplar; burnum yere
düşse eğilip alacak değilim. Beni seyretmeye gelen insanlara şöyle yan gözle
olsun bakmam; ama sesleri kulaklarımdadır:
‘Aaa kız! Baksana oğlana nasıl fışkırıyor, acaba bir suçu mu var da burada
böyle fıskiye olmuş?’
Havuzumun taşan suları her yeri yemyeşil eder. Görenler burayı bir
müteahhidin bahçesi sanır. Burdur’da kaç kişinin böyle yeşil bahçesi var? Bu
bahçede bahçıvan bile vardır. Dünyanın en güzel sümbülleri, gülleri benim
suladığım bahçelerde açar.”
Zeynep Uzunbay’la tanışmasını, onun Yaşamaşk adlı kitabına vuruluşunu,
Çeltikçi’de buluşmalarını coşkuyla anlatışını; gezdiği ilk yontu sergisini,
izlenimlerini, daha başka bir sürü küçük olay ve kişiyi büyülü şarkılara
dönüştürmesini okumak istiyorsanız, hemen alın Düş Kurma Oyunu’nu; toplumsal
yaşamımızın hemen her ânının yapaylaştığı, vebaya tutulduğu şu kapkara günlerde
sizin de içiniz ışısın, varlığınıza yeniden insan, evren sıcaklığı dolsun.
Cumhuriyet, 14 Ağustos 2002.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder