Sevgili Ahmet Say’ın anı-özyaşam öyküsünün adı
bu; Evrensel Basım-Yayın yayınlamış.
Olasılık-gereklilik ikilisi
çok güzel halkalar örmüş Ahmet’i
oluştururken: annesi babası öğretmen; beyni matematiğe-müziğe yatkın; işler
biraz başka türlü gelişse, oğlu Fazıl
Say’ın yerine o müzikçi olabilirmiş; ama o yetenekli oğlunu yetiştirip su
yüzüne çıkarmayı yeğlemiş; ancak müziğe sevdası bize birbirinden değerli
sözlükler, ansiklopediler kazandırdı.
Ayrıca derdini yazıyla
anlatmakta da usta, şiiri, öyküyü en az müzik kadar biliyor, duyumsuyor; ve
inanılmaz, şaşırtıcı ölçüde çalışkan. Sözün kısası, yaşamını dopdolu
geçirmiş.
“Ağaçlar Çiçekteydi” bunun şiirsel,
duygu, bilgi yüklü belgesi; tıpkı müzik yapıtları gibi, sözle anlatmaya girişmek
gereksiz, en iyisi hemen edinip okumanız, Ben kısa bir bölüm almakla
yetineceğim:
“Masallar
Herkesin annesi gibi, benim annem de çocuklarına düşkün, son derece
şefkatli bir insandı. Babam ise bana biraz mesafeli davranırdı. İkisi de
öğretmendi ve hafta içi her gün okula gittikleri için, genellikle evde yoktu
onlar. Benimle ilgilenmek, İstanbul’daki kiralık evde bizimle oturan anneannem
ve büyükbabama kalmıştı.
Dört, beş, altı yaşlarındayken anneanmemin anlattığı masallardan
kırıntılar kaldı aklımda. Demek ki 1939’lu, 40’lı ve 41’li
yıllar…
Anneannem olağanüstü bir masalcıydı. Anlattığı masalların akıcılığı,
gizemli kişileri, merakımı kışkırtan şaşırtıcı olayları, bütün bunların da üstünde, kullandığı şiirsel, hattâ müzikal
anlatım benim düş gücümü okşardı.
İlgimi yoklamak için bazen duraklardı anneannem. O zaman yalvararak,
hattâ onu dürtüp zorlayarak ‘hadi anlat, anlatsana…’ derdim. ‘Keloğlan’ masalı
biter ‘Peri Padişahının Kızı’na geçilir, sonra ‘Nar Tanem Bir Tanem’ ya da ‘Elma
Yanaklı Kız’ gibi masallar gelirdi. Anneannem bu masal dinleme iştahıma hayran
kalır, birdenbire beni kucaklayarak göğsüne bastırıp sarılıp öper, boynumu
kulağımı iyice kokladıktan sonra ‘Peki’ deyip yeni bir masal
söylerdi.
Sessiz, sâkin, iplik gibi zayıf, ihtiyar bir kadındı o. Adı İsmet’ti.
Güler yüzlü sayılabilecek kadar cana yakındı; ama zor yılların izlerini taşıyan
hüzünlü bakışları cardı. Kendi ördüğü yün hırkasını ve kırçıllı yün çoraplarını
hatırlıyorum. Dönemin hemen bütün yaşlı kadınları gibi dindardı. Namaz kılarken
evde kimseye gözükmek istemez, odasının kapısını kapayarak ibadet ederdi. Ben de
kimi zaman onun namaz kılışını anahtar deliğinden gözetlerdim.
Sonra birden, nasılsa o bal dilli anneannem yok oldu. Öldüğünü anlayamamış, masalsız kalınca
‘anneannemin uzak bir yerlere gittiği’ masalına inanmıştım. Onunla
özdezleştirdiğim o güzelim masalları hep özlemişimdir.
O yıllarda altmış küsur yaşlarında olan büyükbabam, Çanakkale gazisi
kurmay bir subay emeklisiydi. Rütbesi ‘kaymakam’ yani yarbaymış. Birinci Dünya
Savaşı’ndaki müttefikimiz Alman subaylar sayesinde Almanca’sını geliştirmişti.
Ayrıca Fransızca kitaplar okur, topçu subayı olduğu için, başta trigonometri
olmak üzere matematiğin bütün dallarını iyi bilirdi. Onun hakkında söylenen bu
sözleri sıkça duymuştum.
Büyükbabam bana düpedüz arkadaşlık ederdi. Aklıma gelen her şeyi ona
sorabilirdim. Sorularımı yumuşak bir sesle, fazla uzatmadan, önemseyerek
cevaplardı. Merak ettiğim birçok konuyu ondan öğreniyordum. Bir de uçurtma
uçurmaya, top oynamaya götürürdü beni.
Eski bir geçmişi olan ünlü Divanyolu Caddesi’ndeki Türbe Durağı’nın tam
karşısında bulunan Piyer Loi Caddesi’nin hemen başlarında, sobalı bir apartman
dairesinde otururduk. Bu kiralık evin, uzun bir koridor üzerinde altı odası,
banyosu ve ikinci tuvaleti, ayrıca büyükçe bir salonu vardı. Annesi babası ölmüş
olan ve İktisat Fakültesi’nde okuyan halamın kız Nilüfer Abla’m ile tarih
öğretmeni olan annemin kız kardeşi Maide Teyze’min de kaldığı bu kiralık dairede
bu kadar oda, bizim gibi genişçe bir aileye ancak yetiyordu.
Bu evde otururken aklımda kalan başlıca olaylardan biri, ‘karartma’ydı.
İkinci Dünya Savaşı’nın son aylarında Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilân etmesi
üzerine, olası hava saldırılarına karşı İstanbul’da alınan bir önlemdi
karartma.
Akşam olunca evlerin pencerelerinde, dışarıya ışık sızdırmayan siyah
perdelen kullanılması zorunluydu. Bu kapkara perdeler, evin içini karartıyormuş
gibime gelir, benim de içim kararırdı. Erkenden yatardım…”
Sevgili Ahmetçim, bu
duyarlı, bilgi yüklü anılar için sonsuz teşekkür canım.
Ulus Gazetesi, 28 Mart 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder