6 Ocak 2013 Pazar

“AĞAÇLAR ÇİÇEKTEYDİ”

“AĞAÇLAR ÇİÇEKTEYDİ”


            Sevgili Ahmet Say’ın anı-özyaşam öyküsünün adı bu; Evrensel Basım-Yayın yayınlamış.
            Olasılık-gereklilik ikilisi çok güzel halkalar örmüş Ahmet’i oluştururken: annesi babası öğretmen; beyni matematiğe-müziğe yatkın; işler biraz başka türlü gelişse, oğlu Fazıl Say’ın yerine o müzikçi olabilirmiş; ama o yetenekli oğlunu yetiştirip su yüzüne çıkarmayı yeğlemiş; ancak müziğe sevdası bize birbirinden değerli sözlükler, ansiklopediler kazandırdı.
            Ayrıca derdini yazıyla anlatmakta da usta, şiiri, öyküyü en az müzik kadar biliyor, duyumsuyor; ve inanılmaz, şaşırtıcı ölçüde çalışkan. Sözün kısası, yaşamını dopdolu geçirmiş.
            Ağaçlar Çiçekteydi” bunun şiirsel, duygu, bilgi yüklü belgesi; tıpkı müzik yapıtları gibi, sözle anlatmaya girişmek gereksiz, en iyisi hemen edinip okumanız, Ben kısa bir bölüm almakla yetineceğim:
            Masallar
            Herkesin annesi gibi, benim annem de çocuklarına düşkün, son derece şefkatli bir insandı. Babam ise bana biraz mesafeli davranırdı. İkisi de öğretmendi ve hafta içi her gün okula gittikleri için, genellikle evde yoktu onlar. Benimle ilgilenmek, İstanbul’daki kiralık evde bizimle oturan anneannem ve büyükbabama kalmıştı.
            Dört, beş, altı yaşlarındayken anneanmemin anlattığı masallardan kırıntılar kaldı aklımda. Demek ki 1939’lu, 40’lı ve 41’li yıllar…
            Anneannem olağanüstü bir masalcıydı. Anlattığı masalların akıcılığı, gizemli kişileri, merakımı kışkırtan şaşırtıcı olayları, bütün bunların da  üstünde, kullandığı şiirsel, hattâ müzikal anlatım benim düş gücümü okşardı.
            İlgimi yoklamak için bazen duraklardı anneannem. O zaman yalvararak, hattâ onu dürtüp zorlayarak ‘hadi anlat, anlatsana…’ derdim. ‘Keloğlan’ masalı biter ‘Peri Padişahının Kızı’na geçilir, sonra ‘Nar Tanem Bir Tanem’ ya da ‘Elma Yanaklı Kız’ gibi masallar gelirdi. Anneannem bu masal dinleme iştahıma hayran kalır, birdenbire beni kucaklayarak göğsüne bastırıp sarılıp öper, boynumu kulağımı iyice kokladıktan sonra ‘Peki’ deyip yeni bir masal söylerdi.
            Sessiz, sâkin, iplik gibi zayıf, ihtiyar bir kadındı o. Adı İsmet’ti. Güler yüzlü sayılabilecek kadar cana yakındı; ama zor yılların izlerini taşıyan hüzünlü bakışları cardı. Kendi ördüğü yün hırkasını ve kırçıllı yün çoraplarını hatırlıyorum. Dönemin hemen bütün yaşlı kadınları gibi dindardı. Namaz kılarken evde kimseye gözükmek istemez, odasının kapısını kapayarak ibadet ederdi. Ben de kimi zaman onun namaz kılışını anahtar deliğinden gözetlerdim.
            Sonra birden, nasılsa o bal dilli anneannem yok oldu.  Öldüğünü anlayamamış, masalsız kalınca ‘anneannemin uzak bir yerlere gittiği’ masalına inanmıştım. Onunla özdezleştirdiğim o güzelim masalları hep özlemişimdir.
            O yıllarda altmış küsur yaşlarında olan büyükbabam, Çanakkale gazisi kurmay bir subay emeklisiydi. Rütbesi ‘kaymakam’ yani yarbaymış. Birinci Dünya Savaşı’ndaki müttefikimiz Alman subaylar sayesinde Almanca’sını geliştirmişti. Ayrıca Fransızca kitaplar okur, topçu subayı olduğu için, başta trigonometri olmak üzere matematiğin bütün dallarını iyi bilirdi. Onun hakkında söylenen bu sözleri sıkça duymuştum.
            Büyükbabam bana düpedüz arkadaşlık ederdi. Aklıma gelen her şeyi ona sorabilirdim. Sorularımı yumuşak bir sesle, fazla uzatmadan, önemseyerek cevaplardı. Merak ettiğim birçok konuyu ondan öğreniyordum. Bir de uçurtma uçurmaya, top oynamaya götürürdü beni.
            Eski bir geçmişi olan ünlü Divanyolu Caddesi’ndeki Türbe Durağı’nın tam karşısında bulunan Piyer Loi Caddesi’nin hemen başlarında, sobalı bir apartman dairesinde otururduk. Bu kiralık evin, uzun bir koridor üzerinde altı odası, banyosu ve ikinci tuvaleti, ayrıca büyükçe bir salonu vardı. Annesi babası ölmüş olan ve İktisat Fakültesi’nde okuyan halamın kız Nilüfer Abla’m ile tarih öğretmeni olan annemin kız kardeşi Maide Teyze’min de kaldığı bu kiralık dairede bu kadar oda, bizim gibi genişçe bir aileye ancak yetiyordu.
            Bu evde otururken aklımda kalan başlıca olaylardan biri, ‘karartma’ydı. İkinci Dünya Savaşı’nın son aylarında Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilân etmesi üzerine, olası hava saldırılarına karşı İstanbul’da alınan bir önlemdi karartma.
            Akşam olunca evlerin pencerelerinde, dışarıya ışık sızdırmayan siyah perdelen kullanılması zorunluydu. Bu kapkara perdeler, evin içini karartıyormuş gibime gelir, benim de içim kararırdı. Erkenden yatardım…”
            Sevgili Ahmetçim, bu duyarlı, bilgi yüklü anılar için sonsuz teşekkür canım.
                                                                       Ulus Gazetesi, 28 Mart 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder