Bunlar aslında yaz’ın değil, Fransızların ünlü kanalı mezzo’nun armağanlarıydı.
Önce büyük kemancı David Oystrah’ı anlatan belgeseli yayınladılar; bu yetenekli yorumcuyu çaldığı çeşitli yapıtlardan bölümlerle karşımıza getirdi belgesel.
Onun yetiştiği yıllarda SSCB’de toplumcu yapı daha arayış içinde; Çarlık döneminin gelenek ve kurumları yürürlükten kaldırılmak istenmiş, ama yerlerine yenileri konamamış henüz; derken 30’lu yılların küresel bunalımı patlak veriyor; milyonlarca insanı besleyip yaşatabilmek için devlet eliyle-zoruyla planlı kalkınmaya geçiyor Stalin ve Partisi.
Ama toplumsal-tarihsel koşullar izin vermediği için, Küba’daki gibi, her şeyi halka açıkça anlatarak; büyük çoğunluğun gönüllü onayıyla-katılımıyla yürütemeyen sözde ortaklaşmacı Çar Stalin ve buyruğundaki küçük Çarlar ( Parti yöneticileri ) aksayan bütün işlerden anamalcı düzenin savunucuları ilan ettikleri kişileri sorumlu sayıp kırıp geçirmeye başlıyorlar. İnsan bu korkulu düşleri görmeye başladı mı, nerede duracağını, ne yapacağını kimse kestiremez; nitekim öyle oluyor: en çarpıcı örneği anmak gerekirse, Kremlin Sarayı’na kurulan yeni Çar’ı eğlendirmekle görevli insanlar arasından, Rus Bale Sanatı’nın gerçek yıldızlarından Maya Plisetskaya’nın o güne dek Parti’nin en güvenilir yandaşlarından biri sayılan babası, birden ortadan yok oluyor: Sibirya’daki Gulag Takımadaları’na mı gönderildi, kurşuna mı dizildi? Kimsecikler bilmiyor. Kremlin’de dans etmeye çağrılan Maya da bunu kimselere soramıyor elbet.
Sevgili David Oystrah buna benzer bir öykü anlattı belgeselde; sanırım 1937 yılında, o korkunç karalama-suçlama-yok etme kasırgası eserken, Oystrah ailesi de, çok daireli bir yapıda oturuyormuş; her gece sabaha karşı 4’te ( demek ki, yönetimlerin sözümona toplumcu ya da anamalcı olması bir şey değiştirmiyor, uygulanan yöntem aynı: sabaha karşı alıp götürüyorsun insanları! ), bütün dairelerdeki erkekler götürülüyor; yapıda erkekli iki daire kalmış yalnız: Oystrah’lar ve komşuları.
Bir gece yine 4’te yapının kapısı güm güm çalınıyor; Oystrah’lar hemen fırlayıp yatağa oturuyorlar; eşi küçük çantasını, birkaç parça çamaşırını, biraz peksimeti çoktan hazır etmiş; titreşerek bekliyorlar; neyse ki onlarınki değil, komşu kapı çalınıyor ( insan böyle bir şeye sevinmek zorunda bırakılmalı mı? ).
Sonra, çileli, yoksunluk yılları; neyse ki, günün birinde Belçika’da Uluslar arası bir Keman Yarışması düzenleniyor; David Oystrah o yarışmada birinci oluyor; bunun üzerine Devlet’in ve kollayıcılarının ona bakışı epey değişiyor. Kazandığı ilk parayla kendine yeni bir keman ve küçük bir araba alabiliyor; ama o kadar; yetkililer bundan sonra uyanıp yabancı ülkelerde kazandığı bütün paralara el koyuyor, ona yalnız belli bir aylık veriliyor, bütün öbür sanatçılar gibi.
Ona büyük bir hayranlık besleyen Yehudi Menuhin’le SSCB’deki ilk buluşmaları da epey olaylı; Mehuhin’in arkasında bir yığın denetçi falan.
Belgeselde Menuhin’le, Rostropoviç’le, Richter’le çekilmiş kayıtlardan eşsiz örnekler vardı; onlardan daha değerli bölümse, David Oystrah’ın Mozart’ın bir yapıtını yorumlatmak üzere orkestrayla çalışmasın gösteren sahneydi; Menuhin’in onu överken kullandığı bütün nitelemeleri haklı çıkarıyordu o çalışma; keşke bu yazıya onu koyabilme olanağı olsaydı. ( Neyse, aklınızda bulunsun, mezzo’da belgeselin yeni yayımına rastlarsanız, sakın kaçırmayın.)
Mezzo’nun ikinci armağanı, Caz İkonları dizisinden geldi; şimdiye dek yalnız plaklarda sesini dinlediğimiz Nina Simone’u 1965-68 yıllarında verdiği üç dinletiden bölümlerle önümüze getirdiler.
Cazseverler Nina Simone’un 60’lı, 70’li yıllarda dillerden düşmeyen şarkılarını anımsarlar elbet; ama dinlerken Sevil’le şu görüşte birleştik hemen: örneğin Ruhi Su gibi kimi yorumcuları canlı görememişseniz, kişiliği konusunda da, sanatı konusunda da izleniminiz, yargınız eksik kalır.
Nina Simone’un resmini plağında, cd’sinin kapağında görmek başka, canlı izlemek bambaşka: ustalığı, kişiliği, bütün hücrelerine sinmiş soylu kederi ancak o zaman anlaşılıyor.
Küçük bir gece kulübünde, bir avuç gerçek sevdalıya çalıp söyledi şarkılarını; çoğunu zaten kendisi bestelemiş. Hepsi ezilen, horlanan, insan yerine konmayan 60’lı, 70’li yılların Karaları’ndan söz ediyor; daha çok da kadınlarından.
Ama örneğin Charles Aznavour’un büyük olasılıkla bir sevda şarkısı olarak yazdığı Yarın Sıra Bende’ye İngilizce’sinde öyle sözler bulmuş ki, unutulmaz bir Karaderili hakları savunması olup çıkmış.
Adını yazamayacağım bir basçının, büyük önderleri Martin Luther King’in öldürülmesinden sonra yazdığı ağıtsa unutulur gibi değil.
Kendisine eşlik eden Karaderili arkadaşlarıyla birlikte gerçek bir insanlık onuruydu Nina Simone.
Onun gibi Karaderili üç hanım, geçende İstanbul Caz Şenliği için İstanbul’a gelmiş; Ninan Simone’un şarkılarından oluşan bir dinleti vermişti; bu hanımlar şimdi bütün Avrupa’yı dolaşıp ustalarını anıyorlar.
Unutmayın, bunu da kovalayın mezzo’nun yayınlarında, bakarsanız karşısıza çıkar, izler kaydedersiniz.
Biliyorsunuzdur belki, 26 Temmuz, Küba’da, Fidel Castro ve arkadaşlarının, Batista’yı devirmek üzere, ünlü Moncada Kışlası’na saldırıp yenilgiye uğradıkları gündür; Devrim’den sonra Ulusal Bayram ilan edilmiştir, her yıl kutlanır.
Küba Dostluk Derneği, 23 Temmuz akşamı Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde bir anma düzenledi; Küba Büyükelçiliği Yazmanı, TKP Yazmanı da katıldılar, birer konuşma yaptılar.
Ardından, üç erkek bir hanımdan oluşan Kübalı bir topluluk ünlü müziklerinden örnekler çaldı.
Ama benim için asıl şaşırtıcı ve sevindirici olanı, onların arkasından sahneye gelen, bir kız dört delikanlıdan oluşan bizim Sesler ve Düşler topluluğuydu; Küba müziğinden, Venezüella müziğinden, bizden parçalar, düzenlemeler çalıp söylediler. Doğrusu, yıllardın bu kadar uyumlu, bilgili, saygılı topluluk dinlememiştim. Can Yücel’den, Cemal Süreya’dan, Nâzım Hikmet’ten müziklendirdikleri şiirlere de, Ruhi Su’yla birlikte söylediğimiz Çamdan Sakız Akıyor, Bugün Ayın Işığı türkülerini düzenlerken gözettikleri titizliğe, elde ettikleri başarıya gerçekten hayran kaldım.
Yazık ki, gecenin verdiği coşku içinde, adlarını öğrenip yazmayı akıl edemedim; ama söz verdiler, sanırım Eylül’de ilk cd’lerini çıkaracaklarmış; ararlarsa, hem yeniden anar, hem yapıtlarını duyururum.
Gerçek bir üretimde bulunmayan; kanser gibi elindeki sanal dolarları ufalaya ufalaya ayakta kalmaya çalışan; bunun için yerkürenin her yerini kana bulayan; bütün öbürleri gibi ülkemin de altını üstüne getiren KÜRESEL HARAKİRİ olanca hızıyla sürerken, çıldırmazdan önceki son sığınak sanat biliyorsunuz.
Hadi yine Ali Yüce’nin bir şiiriyle bitirelim sözümüzü.
BOYUNDAN UTAN DARAĞACI
Çürümüş karanlık
Bin kere bin yıl
Kuyularda beklemekten
Kokmuş küflenmiş
Ürkmüş kendi renginden
Kaçmış karanlık
Yıllanmış soğuklar doluyor
Yetimlerin et koynuna
Polis düdükleri doluyor
Uluyor altın dişli bir köpek
Ağzında sönmüş köz
Güneşi ısırıyor düşünde
Nedir bu diye
Soruyor yalınayak çocuklar
Sağımız solumuz diken
Önümüz yokuş ardımız yokuş
Ya kuşlar çocuk olsun
Ya çocuklar kuş
Gebe bir kadın gibidir
Kafalarda düşünce
Büyümeye başladı dünya
Tohum toprağa düşünce
Korkuyor kanlı canavar
Kendi çirkinliğinden
Eşkin bir attır şimdi
Kanımızla beslediğimiz bahar
Bindirmiş rüzgârı sırtına
Kişner orman orman
Koşar ırmak ırmak
Yelesinde yangın var
Kovuluyor yılan ıslıkları
Taze gelinlerin yatağından
Et koynundan genç kızların
Boyundan utan darağacı
Kırk canlı oğlan doğuruyor
Kocasını astığın kadınlar.
1975.
Berfin, 1 Ağustos 2011, s.162
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder