6 Ocak 2013 Pazar

MUHSİN KUT’UN BAŞINA GELENLER

MUHSİN KUT’UN BAŞINA GELENLER



Geçen gün sevgili Muhsin Kut aradı ve ilk bakışta şaşırtıcı, ama aslında alttan alta yüzyıllardır işleyen bir öykü anlattı..
360 Derece Tarih Araştırmaları Derneği’nin girişimiyle güzel bir işe koyulmuş Foçalılar: binlerce yıl önceki ataları teknelerine atlayıp, kürek gücüyle Foça’ya benzeyen bir yer aramışlar kıyılarda; sonunda, Marsilya’ya ulaşmışlar, orayı çıktıkları toprağa benzer bulup yerleşmişler ya, biz de hem bu gözüpek yolculuğu analım, hem aynı yoldan gidip Fransa kıyısındaki Foça’ya bir daha ulaşalım, demişler. Sanırım eski tekne resimlerine bakarak öyle bir gemicik yaptırmışlar, (Ee, herkesin gemiciği (!!!) bir olmaz elbet.), geçmişler 20 çifte küreğin başına, 55 günde Marsilya’ya varmışlar.
Daha önce, kuru kuru gitmeyelim, oradaki eski Foçalılara bir armağan da götürelim, demişler; Muhsin’e, Foça ile Marsilya’yı iç içe canlandıran resimler yapmayı önermişler; o da gitmiş, Fransız konsolosluğuna başvurmuş, tasarı çok beğenilmiş, sevgili dostumun yol paraları karşılanmış, Marsilya’ya uçmuş, gezip dolaşmış, taslaklar çizmiş; sonra Foça’ya dönmüş; 15”i buradan 15”i oradan, 30 resim hazırlamış. Ulaşım için ünlü bir kurumla görüşmüş, onlar da çok sevinmişler bu güzel girişime, resimleri parasız taşırız demişler.
Ancakkkk, bu güzel düş kürekli tekne Marsilya’ya varınca kararmaya başlamış; Finikelilerden yüzlerce yıl sonra Marsilya’ya göçen Ermeniler işe el atmış, yerel yetkilileri (?) sıkıştırmış, geminin karaya yanaşmasını önlemişler.
O arada Muhsincim de Marsilya’dan resimlerin sergileneceği yerin adını ve tarihleri bekliyor; çıt yok. Yazışma, telefon, boşuna; sonunda, bağışlayın, size sergi yeri bulamadık, diye yanıtlamış aydınlanmış, uygar (!!!) Avrupa’nın Marsilya kentinde yaşayan¸kendi öz oğulları kadar çok sevdikleri (?) Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” ilkesini benimsemiş, şimdilik kendi aralarında Birlik kurmuş olan; ama aslında bütün dünyada “eşitlik,kardeşlik, özgürlük” yaratmak isteyen güzelim Fransızlar.
Kıyıya yanaştırılmayan Foçalıların sonra ne yaptıklarını, nereye sığındıklarını bilmiyorum; ama Muhsin böyle çiğliklere alışıktır; istediği resmi yapabilmek için, Avustralya’da, değme yiğidin göze alamayacağı şeyi başarmış, ekmeğini işlerin en ağırlarından birinde, Vita fabrikasında çalışarak kazanmıştır. O 30 Foça-Marsilya resmini nasılsa bir sergiyle sevenlerine gösterir.
Zaten bu yılın Ekim”inde, sanattaki 50. yılını kutlayacak geniş kapsamlı, sıra dışı bir sergiyle; günü gelince ondan ayrıca söz ederim.
Şimdi dönelim küçük bir tekneyi kıyıya yanaştırmayan, bir ressama sergi salonu bulamayan(?) Marsılyalılara, Fransızlara, Avruplılara. 365, sabahtan akşama, dünyanın her yanındaki ezip sömürdükleri, amansız kıyımlardan geçirdikleri insanları uygarlık, hak, hukuk, demokrasi söylevi çeken o zavallılara. Zavallı aslında en hafif sözcük. Bugün ulaştığımız bilgi, bilinç düzeyinde Avrupa”nın yetenekli çocuklarının da payı büyük elbet; ama paradan, daha çok paradan başka bir şey düşünmeyen; onu ele geçirmek için bırakın başkalarını, kendi ana babalarını, çocuklarını da kıtır kıtır kesen, yakan, eriten canavarlar aynı dünya gemisinde bulunduğumuzu, hep birlikte batacağımızı ne görmek istiyorlar, ne de anlamak.
Nitekim, çok geçmeden tükenecek olan petrol için dünyayı kana bulamaktan bir saniye geri durmuyor bu Avrupalı, Amerikalı barbarlar; petrolden elde ektikleri benzinle, mazotla dolaştırdıkları arabalardan çıkan gazla milyonlarca yılda oluşmuş koruyucu zırhı, ozon katmanını deliyor; havarükeyi durdurulmaz biçimde ısıtıyor; ormanları kesiyor; buzulları eritiyorlar. Yahu yapmayın, etmeyin, önce sizin kıyalarınızı, kentlerinizi basacak okyanus diyorsunuz, umarlarında değil; hani bir zamanlar atom atıp dünyayı çöle çevirdikten sonra sığınıklarından çıkıp yerküreye egemen olmayı tasarlayan çılgınlar gibi, bunlar da, kıyıları, kentleri okyanus basarsa, daha yüksek yerlere kaçmayı, silahla olmazsa parayla yeni yurtlar edinmeyi düşünüyorlar. Bunu tanımlamaya sözcük yeter mi?
Gerçi dünyamızın bir köşesinde, tam 500 yıl ezip sömürdükleri Küba’dan başlayıp öbür Güney Amerika ülkelerine yayılan gerçek uygarlık, kardeşlik, eşitlik var; ama 7 milyarlık ezici çoğunluğun karşısında bu umut kaynakları ne kadar cılız! Dileyelim, Keloğlan Dev’i yensin.
*
Nilgün, geçen yıldan beri Bergama diye tutturmuştu; sonunda, Eylül serinliğinde gidip gezmeye karar verdik. İlkin Serpil’e danıştık, neleri görelim diye, sağolsun Cüneyt de bize öğretmenevinin telefonunu buldu, yer ayırttık. Atladık Soma otobüsüne, doğru Bergama. Öğretmenevinde bizi Yücel Karakaş karşıladı, odalara yerleştik, indik kente; taksi durağında Mustafa Pilpil’le tanıştık. Dünya güzeli bir Bergamalı; aldı bizi önce Kızıl Avlu adındaki Bazilika’ya götürdü; kıpkırmızı tuğlalardan yapılmış görkemli bir tapınak, yazık ki ancak dört duvarı kalmış. Sonra eski Bergama’yı görmeye çıktık, geçmişte Domuz Alanı, bugünse Büyük Alan denen sessiz, dingin, güzel bir mahalle; bağırıp çağırmayan, itişip kakışmayan kızlarla oğlanlar oynuyor sokaklarda; buz gibi bir suyun aktığı çeşmeye yakın iki hanım, biri büyük öbürü küçük iki oğlan; birlikte su içiyoruz, Sevil büyük oğlanın kirpiklerine bayılıyor; o bayılınca, küçük oğlan hemen atılıp. Abla, bu var ya, üstten gak, alttan zart ediyor, deyiveriyor. Gülüşüyoruz.
Sonra Mustafa bizi Ticaret Odası’nın lokantasına götürüyor; Bergama’ya tepeden bakan, harika bir aşevi. Sevil’le Nilgün, eski evleri sokakları görmek için gezintiyi uzatıyor, ben de gölgeye yerleşiyorum yeşil ağaçların çimenlerin içinde.
Döndüklerinde güneş batmak üzere, tepelerin başında çok güzel renkler oluşuyor; çevrede doğal seslerin dışında ne bir müzik ne bir gürültü. Güleryüzlü oğlanlar koşup tahta masaları hazırlıyorlar akşam yemeğine gelecekler için. Top atılıyor, ezan okunuyor; Bergama belediye sıra dışı bir karar almış, bütün camilerden aynı anda aynı ses yükseliyor; dahası bütün çevre köylerde aynı ezan yayınlanıyor. Ne sıradan, ne kolay çözüm değil mi?Ve bizimle birlikte yan masalardaki Bergamalılar oruçların açıyor, biz rakı içerken, onlar ayran, kola içiyor; ama kimseden en küçük bir yan bakış, bir kınama, rahatsızlık veren bir davranış yok. Demek ki gelmiş geçmiş bütün uygarlıklar sinmiş buralarda yaşayanların gözelerine.
Ertesi gün, yine sesleniyoruz Mustafa’ya; alıp bizi Akropol’e götürüyor. Varınca, efendi bir insan yanaşıyor yanımıza, Tahsin Sezen. İşi kılavuzluk, Fransa’da okumuş; tek başınıza gezerseniz, bir şey anlayamazsınız, isterseniz size kılavuzluk edeyim; diyor. Tam bir armağan, çünkü tadına doyulmaz bir gezi yaşatıyor bize:burada yaşayan insanlar, kentin yapılanması, üç basamaklı yerleşim, buralarda barınanların görevleri, işlevleri, kale kentin su, yiyecek kaynakları, bunların saklanması, buzdolabını aratmayan odalar, kitapları yüzlerce yıl bozulmadan saklamaya izin duvarlar, hava dolaşımı falan. Anlayacağınız, merak edilebilecek, bilinmesi gereken bütün ayrıntılar.İnançla, coşkuyla anlatıyor Tahsin Bey bunları.
Yamacın Güney-Batı yakasında, dünyanın en dik tiyatrosu; tepeden bakmak bile insanın başını döndürüyor. Bergama, ovası ayaklar altında. Karşı tepede ise, dönemin en ünlü hastanesi, Asklepeion. Galenos gibi büyük hekimler, çağın en ileri tıbbını geliştirmişler bu sağlık yurdunda. Yukarki tiyatronun yapımında çalışırken can verenler, gösteriler sırasında ölenler bu hekimlerin eline teslim edilmiş kesip biçsinler, bilimi geliştirsinler diye. Ama tarihin kısır döngüsüne bakın: o gün yoksullar kapısından içeri diri giremiyorlar bu sağlık yurdunun; eh, bugün de benim gibi emekliler, açlık sınırında yaşayan emekçiler günümüzün yeni krallarının, soytarılarının, sümüklü ağlamaklı para babalarının Bergama saraylarına taş çıkartan hastanelerine adım atmak şöyle dursun, önünden bile geçemiyor. Yaşasın ayrıcalıklı gözü doymaz azınlık!
Tahsin’in anlattığı ilginç ayrıntılar arasında, elbette kitaplık da vardır: Mısır’dan getirilen papirüsler üzerinde yaklaşık 200 000 kitap biriktirilmiş bu kitaplıkta. Ünü o kadar yayılmış ki, Mısır papirüs gönderimini durdurmuş, ne yapsınlar? El bağlayıp oturacak değiller ya, onlar günümüzün yığınları bile bile karanlıkta bırakan erk-para sahiplerine benzemiyormuş; hemen işe koyulup ilk parşömeni yaratmışlar. Ve tepede yaşayan kral, çok yerinde bir kararla, egemenlerin yararlandığı kitaplığı, iki kat aşağıda yaşayan kalkan göreviyle yükümlü insanlara açıyor, oradan ödünç kitap alıp okumalarına izin veriyor.
Bunu akıllıca buluyorum, çünkü tıpkı Küba’daki gibi, ülkenizi, kentinizi, ancak bilgili, uyanık insanlarla daha iyi ve sağlam biçimde savunursunuz. Gerçi o itapları ödünç alıp okuyanlar hala yuttaş değiller, aşağıdaki sağlık yurduna da giremezler; ama bu kadarı bile görece yararlıdır. Ama bütün dünyanın varması gereken yer, sevgili Fidel’le arkadaşlarının başardığıdır: yediden yetmişe bütün halkın okutulup aydınlatılması, ve 365 gün, 24 saat en son bilgilerle donatılması. Dillerden düşmeyen demokrasi, halk-erki ancak o zaman kurulup yaşatılabilir.
Dönelim Bergama’ya; Mustafa bizi tepeden sonra sağlık yurduna götürdü; sıcak artmıştı, Sevil’le Nilgün gezdiler, ben ağaç gölgesinde oturdum. Kente dönününce, son olarak Bergama Müzesi’ni gezdik; sözün tam anlamıyla göz kamaştırıcıydı; yurdunu değil (onun yurdu falan yoktu çünkü), yalnız kendini, sarayını düşünen ulu hakan Aldülhamit’in izniyle Berlin’e taşınmış Zeus Sunağı’nın ancak maketini görebildik elbet. Daha başka yağmalardan arta kalan, çoğu başsız yontular yine de hayranlık vericiydi; İskender ile bir iki yontunun başları yerindeydi.
Kısacası, Nilgün’ün merak ve özlemi bize unutulmaz bir gezi yaşattı.
Yöre halkının inceliği, konukseverliği, güleryüzü kusurzuzdu; ama bütün yurdumuz, dünyamız gibi, onlar da bir avuç zırdelinin elkoyduğu olanaklardan yoksunlar; tek sıkıntımız, gelip giden, alışveriş eksikliği, dediler. Bergama emekliler kenti olarak ün yapmış; iyi de, elektriğe ikide bir %20’lik zam yapan dış-iç soyguncular, çalışan ya da emekli kamu görevlisine %2,5 zam yaparken, en küçük bir iyileşme umudu olabilir mi? Demek ki daha çekilecek çok acılar var.
*
Sevgili Zeynep Arda, Bergama’dayken aradı, biz de Assos’tayız, görüşelim, dedi; eskiden bizim Zeynep’in de çok sevdiği İmbat’taymışlar, Ünsal Aysun, Orhan Arslan, o. Döndüğümüz akşam geldiler, bizi de alıp götürdüler. Doğrusu, ilk Ünsal’ın bulduğu motel gerçekten sıra dışıydı: zeytinler arasında, Midilli’nin neredeyse burnunun dibinde, vaha gibi bir sığınak. Müzik, gürültü yok; yalnız bilen geliyor besbelli. Güzel gezimizin üstüne, kaymak tadında bir akşam yaşadık dostlarımızla.
Ünsal, bizim gibi, sanatın her türüne gönülden vurgundur; konuşma sırasında, Ankara’daki Resim-Heykel Müzesi’ne ilk gidişini anlattı. Daha Cumhuriyet’imizin kuruluşunun ikinci yılında, 1925’te, Atamız, oraya bütün Anadolu’yu ışıtacak bir yapı kurulmasını, sanatsal yaratılarımızın içinde toplanmasını istemiş. Düşünün, daha savaştan yeni çıkılmış, hemen hiçbir şey yok; ama halkını seven büyük Önder, hedeflediği uygarlığın temel taşlarından birinin sanat olduğunu çok iyi biliyor; o ister de, yapılmaz mı? Yalnızca 18 ayda bitirilmiş Selçuk mimarlığının en ince ustalıklarıyla bezeli yapı. Ünsal, bunu coşkuyla anlatırken, şaşkınlıklar içindeydi 18 ayda, onca yoksulluk yoksunluk içinde başarılmış oluşuna. Ben de ona ve Zeynep’le Orhan’a Küba’da, balenin başındaki yaşlı beyin, 1959’da Batista’nın devrilişinden sonra yaşadıklarını anımsattım: İşbaşına gelişlerinden birkaç gün sonra, Fidel Castro, yanında yardımcısıyla yöneticiyi görmeye gelmiş; söyleşiye koyulmuşlar; o arada hep bir fırsat düşürüp bale kurumunu canlandırmak üzere yardım istemeyi tasarlıyor; ama görüşme bitiyor, fırsat yakalanmıyor bir türlü; sonunda, merdivenlerde gözünü karartıp söylüyor; Fidel, bu iş için ne kadar para gerekli? diye soruyor; yönetici, 100 000 dolar, diyor. Bunun üzerine Fidel, tamam, biz size 200 000 verelim, ama bize gerçekten ulusal bir bale yaratın, diyor.
Burada da dikkat edin; Batista denen alçak soyguncu, Küba’dan kaçarken, ulusun bütün varlığını, 800 milyonu torbalara doldurup götürmüş. Ama önderin gerçeği, büyüğü, gerekirse aç yatmayı, ama baleye para ayırmayı biliyor.
Bugün Küba 11 milyoncuk; kimseye beş kuruş borcu yok; yıllık büyüme hızı %7’den aşağı düşmüyor, hem de ortalığı kasıp kavuran küresel bunalıma karşın.
Atatürk’ümüz de onun gibi 80 yaşına dek yaşayabilseydi, ülkemiz nerede olurdu düşünebiliyor musunuz?
Bizim işimiz insan kardeşlerimize zaman zaman güç tazeleyen masallar anlatmak ya; gelin Ali Yüce’den okuyalım masalımızı.
DÜĞÜNÜME HOŞ GELDİNİZ

Antakya’ya girerken
Basma fistanlı bir kız gördüm
Eteği yerleri süpürür
Saçları hem kara hem uzun
Asi ırmağıyla birleşip
Akdeniz’e dökülür
Gemiciler aklınızda olsun

Ulu bir çınarın altında
Kaval çalar bir Alevi
Ozan dediğiniz bu mu
Kırk kanatlı bir kuş olur
Durmadan uçar elleri
Kırk yıl baksan göremezsin
Hangi dala konduğunu

Gördünüz mü
Uzun Çarşıda gezerken
Kim yitirdi benim bulduğumu
Çiçek açmış bir sap-tabak
Söylemedi mi size
Güleç bir halk olduğumu

Su da susadı
Ateşten testilerde
Kekik nane kırmızı biber
Hasır kilim nakış oya
Sevda dediğiniz bu mu
Gözlerimi bağlasalar bilirim
Antakya’da olduğumu

Antakya’ya girerken
Gelinlik bir kız gördüm
Kız dediğiniz bu mu
Yarısı keklik yarısı tay
Düğünüme hoş geldiniz
Güzel dedem Ruhi Su
Eniştem Mustafa Ekmekçi
Amcam Oktay Akbal
Berfin/Bahar.s.139. Eylül 2009.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder