KÜBA’DA DEVRİM VE PRENSA LATİNA
Geçen akşam Küba Dostluk Derneği’nin önemli bir konuğu vardı: Latin Basın Ajansı’nın (Prensa Latina’nın) başkanı Frank Gonzalez. Dinlemeye gelenlere, Yiğit Günay’ın aracılığıyla, Küba’da Devrim’in kendini hiç bitmeyen ABD ve Avrupa saldırılarına karşı nasıl ve neyle savunduğunu anlattı.
Ocak 1959’da anamalcı soygun ve talanın maşası Batista’nın alaşağı edilmesinden kısa bir süre sonra, toplumsal olayların mantığı gereği, halkı kolayca soyma olanakları ellerinden alınanlar denetimleri altındaki sözlü ya da görsel-işitsel yayın araçlarıyla karşı saldırıya geçmişler; Fidel Castro ile Che Guevera giriştikleri Devrim’i bu alanda da korumak, geliştirmek, beslemek üzere Prensa Latina’yı kurmuşlar. Kaçınılmaz, asal bir önlemdi elbet bu: düzen, dizge değişikliği önce insanların beyinlerindeki, belleklerindeki çağdışı, çürümüş yapıların değiştirilmesini, yerlerine yeni düzeni ayakta tutacak bilgi ve davranışların geçirilmesini gerektirir.
Kurtuluş Savaşı tarihimizi Batılı sömürgecilerin yazdırmak istedikleri gibi değil, asıl yapısıyla okuyanlar, sevgili Mustafa Kemâl’in de, giriştiği yeni bir devlet, yeni bir toplumsal düzen kurma savaşımında, çoğu kez kendi kesesinden yatırım yaparak, hiç değilse bir tane gazete çıkarmayı bir an bile savsaklamadığını çok iyi bilirler.
Bütün evrim ve devrimlerde böyle olmuştur, böyle olmak zorundadır: yüzlerce, kimi zaman binlerce yıl sürmüş beyinsel yapılanmaları kırmadan, yerlerine yenilerini oluşturmadan bir adım bile atamazsınız.
Fidel’le Guevera da öyle yapmışlar; bir yandan ilk iş olarak yediden yetmişe bütün halka okuma yazma öğretme atılımını başlatırken, öte yandan okuyup yazmayı öğrenecek insanların doğruyu, gerçekleri okuyup dinlemeleri, görmeleri için gerekli altyapıyı oluşturmuşlar.
Şimdi dünyanın 27 ülkesinde 7 dilden seslenme olanağına kavuşmuş Prensa Latina; ama düşünün ki Küba yalnızca 11 milyoncuk; karşısındaki saldıranların başını çeken ABD ise 200 milyon; gönüllü soygun ortaklarıyla birlikte toplam nüfusları neredeyse 6 milyar. Ve en az 500 yıldır soyup soğana çevirdikleri dünyanın sırtından kazandıklarının sınırı yok.
Buna karşın, 50 yıldır, Küba halkının sağlam, ışıl ışıl bilinci karşısında sürekli yenilgiye uğramışlar, uğramaktalar.
ABD, 1959’dan başlayarak, birbirini izleyen başkanlarıyla, üstelik bütün dünyaya sürekli yalan söyleyerek; bir yandan demokrasi, insan hakkı, hak hukuk söylevleri çekerken, bir yandan da insanlık tarihi boyunca görülmemiş bir azgınlıkla Küba’da girişilmiş gerçekten eşitlikçi, zorbalığa, zorlamaya değil, sevgiye, bilgiye, gönüllü katılıma dayanan Devrim’i ve önderlerini yok etmek üzere 365 gün, 24 saat tuzak kurmaya, baltalama yapmaya, kısacası elindeki bütün olanak ve araçlarla boğmaya koyulmuş.
Sevgili Frank Gonzalez’in dediği gibi, hani şu 11 Eylül’de kendi eliyle yıktığı İkiz Kuleler’den çokkk önce, daha 1959’da, Küba’ya ve önderlerine karşı yıldırma, yok etme denemelerine girişmiş. Başka bir deyişle, anamalcılığın kendisi gibi, en azgın sözcüsü de, yeryüzündeki bütün alçakça oyunların, tuzakların yaratıcı ve uygulayıcısı.
Sevgili Frank Gonzalez, Güney Amerika’da ve Küba’da 500 yıllık amansız sömürüden sonra köklü toplumsal dönüşümlerin nasıl başlayıp geliştiğini anlatırken, çok önem verdiği bir olguya parmak bastı: Bolivya’da Evo Morales gibi gerçek bir yerlinin, ya da başka ülkelerde, üstelik kimi zaman Amerikan okullarında en kusursuz anamalcı eğitimi almış insanların işbaşına gelmesi ve toplumsal dönüşüme öncülük, önderlik etmesi.
Bunu da evren kuruldu kurulalı işleyen etkiye tepki yasası yaratmış kuşkusuz: ABD azıp azıttıkça, baskıyı çoğalttıkça, yüzyıllardır köle olarak yaşattığı toplulukların yetenekli insanları öne çıkmış, soydaşlarının ve ülkelerinin yazgısına el koymuş.
Venezüella gibi ülkelerde anamalcı soygun-talan çarkının en temel vurucu gücü ordu de bu evrimin dışında kalamamış elbet; özellikle genç subaylar, kökenlerini anımsamış, sömürücü efendilerini yüzüstü bırakmış, halkının yanında yer almış.
Burada, Mustafa Kemâl’in büyüklüğünün kanıtı bir daha çıkıyor karşımıza; ülkemizdeki uşaklarının ve bizi yeniden amansızca, acımasızca sömürmek isteyenlerin, aslında harakiri yaparak alaya aldıkları “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünün bu ülkelerdeki doğrulamalarına bakın: Güney Amerika halklarının kölelikten kurtulup bağımsızlığa kavuşması için öne düşenlerden Simon Bolivar da, Küba devriminin düşünsel atası José Marti de, Fidel Castro da, isteseler doğdukları egemen-ezen toplumsal sınıfın birer üyesi olarak her türlü ayrıcalığın keyfini (?) sürerek yaşayabilecekken, Mustafa Kemâl’in doğru tanımına uygun olarak: “Hayır, biz sömürgeci İspanyolların bir uzantısı değiliz,Güney Amerikalıyız, Kübalıyız!” diyebilmişler; böylece önce kendilerine, sonra halklarına armağan vermişler.
Duygusal vebaya yakalanmış, anamalcılıktan kurtulmadıkça iyileşmeleri olanaksız insanlar, yüzyıllardır yapageldikleri gibi, kendi alçakça oyunlarını çıkar size yakıştırırlar, biliyorsunuz; bunun son örneği, Gonzalez’in anımsattığı rakamlara göre, ABD bütçesinden yılda 24 milyon dolar ayırıp besledikleri, birer melek gibi tepeden tırnağa beyaz giydirdikleri, ellerine de birer çiçek tutuşturdukları 30 kadının efsunlu nefesleriyle kandırılmış azılı bir suçlunun cezaevinde açlık grevi yapıp can vermesi oldu.
Tıpkı insan dolu Küba uçağını düşürttükleri Kübalı sapık hekim gibi, kandırıp canına kıydıkları bu zavallı oğlanı da Küba’nın onurlu, soylu, güzelim halkına karşı kullanmak için hemen eyleme geçtiler; yardakçıları, suçortakları AB durur mu? o da hemen avaz avaz bağırmaya, düzmece meclislerinden kınama kararları çıkartmaya koyuldu.
Sözümüzün başında söylediğim gibi, Küba topu topu 11 milyoncuk; ona doğru yolu benimsemeye çalışan öbür Güney Amerika ülkelerini de ekleyin; olsa olsa birkaç yüz milyon eder. Gerisi, 6 milyardan fazla insan, hâlâ yanılsamanın en büyüğü içinde yaşatılıyor: özgür girişim, özgür alışveriş!
Dolayısıyla, kapışma, şu güzelim mavi gezegeni sülüklerin elinden kurtarıp tarihte ilk kez evrenin, doğanın temel yapısına uygun, barışçı, mutlu bir yaşama kavuşturmak isteyenler ile küresel harakiri’yi ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmeyi tasarlayanlar arasında.
Hangisinin ağır basacağını birlikte yaşayıp göreceğiz.
*
Çalışkan dostum Kaan Turhan yeni bir kitap hazırlamış; Asya/Şafak yayınlarının bastığı kitabın adı, “Ergenekon ve Fethullah/ Yeni Osmanlı Misyonu’yla Kürdistan İnşası.”
Adından anlaşılacağı üzere, ABD’nin, daha doğrusu anamalcı yalan-talanı ne pahasına olursa olsun sürdürmek isteyen, dünyanın bütün artıdeğerinin büyük kesimini elinde bulunduran uluslar arası, uluslar üstü bir çete, Türkiye’deki Atatürkçü ulusal yapıyı çökertmek; Anadolu topraklarını ve çalışkan, üretken insanlarını yeniden paylaşıp köleleştirme tasarısının önündeki son engelleri de, Türk ordusunun devrimci kesimini, bağımsız yargıyı dize getirmek üzere, dinler, uygarlıklar arasında kimi zaman çatışma, kimi zaman uzlaşma adı altında, iki etkili alanda, hem din, hem siyaset alanında Truva atlarının nasıl kullanıldığını birçok güzel insan ele alıp inceledi biliyorsunuz.
Kaan Turhan da katılmış onlara bu son çalışmasıyla.
Kitapta, Ergenekon adı verilen düzmece yargılamayla küresel soyguncuların neler yapmaya çalıştıkları ayrıntılarıyla bir kez daha anımsatılıyor okura.
*
24 Mart tarihli Cumhuriyet’in arka sayfasında küçük bir haber:
“1 milyon dolarlık ödül geri çevirdi: Matematikçilerin yaklaşık 100 yıldır çözemedikleri ‘Poincaré Varsayımı’nı çözen Dr. Grigory Perelman’a ABD’deki Clay Matematics İnstitute vermek istemiş 1 milyon dolarlık ödülü.
Petersburg’da küçük bir dairede yaşayan Perelman, kapı aralığından, parayı istemediğini söylemiş; ‘ben istediğimi aldım zaten’ demiş. ‘Para ya da ün beni ilgilendirmez. Hayvan gibi sergilenmek istemem. Matematik kahramanı değilim. Herkesin gözün bana dikmesini hiç istemem.’ diye eklemiş.”
Ee, herkes 1 milyon dolar karşılığında Türkler 1,5 milyon Ermeniyi kıtır kıtır kesti diyecek değil ya!
İnsanın insanı, yeryüzündeki canlı cansız bütün kaynakları sömürmesine yol açan şu para denen vebalı oyuncak olmasaydı, bütün insanlar Grigory Perelman gibi olacaktı: çözülemeyen bir sorunu çözmenin; renkler, sesler arasında yeni bir uyum bulmanın vereceği haz ve doyum onlara yetecekti.
Nitekim, yozlaşmanın doruğundaki Amerikalılarla Avrupalıların bir türlü anlayamadıkları, kavrayamadıkları benzer bir hazzı Kübalılar 50 yıldır yaşıyor, yaşatıyor: dünyanın dört bir yanına eğitim ya da sağlık yardımı koşturuyorlar, hem de beş para almadan!
*
Sevgili dostum Mehmet Kıyat¸aralıksız sürdürdüğü sergilerin yanında, şiire de hiç ara vermiyor; kendi bastığı iki yeni kitabını daha gönderdi: Dünde Kalan ve Şiirse Bekler Beni.
Gelin, aynı adlı şiirini paylaşalım:
ŞİİRSE BEKLER BENİ
Şiirse bekler beni
gecemi aydınlatıp
Güneşine sarılarak sonsuzluğun
umutla
Bin yıllık özlemini ısıtarak yüreğimin
Sözcükler
tümceler ormanı
içime sığmayan güzelliğin
Birdenbire
ses gibi dikilince karşıma
İpek böceği tutsaklığında tansıklar yaratıp
Bağ bozumları
ipi çürük bencillikten kaçarak
Kısır döngülerde bekletmeden geleceği
Mısır’a sağır sultan
kasırga olmadan Burma’lara
Kırpıntı kırpıntı ortalıkta dolaşmadan
Kaşıkla yedirip
sapıyla gözünü çıkarmadan çocukların
Oflayıp puflayarak tüketmeden yaşamı
Örümcek kafalı duyarsızlıktan uzak
Soyludan soylu
şiirse bekler beni.
Berfin/Bahar, Nisan 2010, s.146
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder