6 Ocak 2013 Pazar
ELİF BAYKURT’TAN BİRNUR ŞENER’E KADIN BİLGELİĞİ
ELİF BAYKURT’TAN BİRNUR ŞENER’E KADIN BİLGELİĞİ
Burdur’da, 1998’de, adına düzenlenen ekinsel şenlikte, yazarın kendisiyle birlikte Azime Korkmazgil’in, Birnur Şener’in, Feridun Andaç ve Saffet Uysal’ın konuşmacı olarak yer aldıkları toplantıda Fakir Baykurt anasıyla ilgili bir anıyı aktarıyor.
7-8 yaşlarındayken, bütün köyü gören evlerinin önüne bir kahve açılıyor; bitip tükenmeyen savaşların yoksulluğun en derin çukuruna gömdüğü Anadolu’da, dolayısıyla Akçaköy’de yıllardır duyulmayan misk gibi bir koku, taze çay kokusu bütün köyü sarıyor. Eline harçlık verilen talihli çocuklar, tek başlarına ya da ana babalarıyla birlikte, gidip o masal içkisini yudumluyor. Baykurt’ların evinde dul bir kadın, 6 çıplak çocuk. Tahir ( o zamanlar yazarlık adı olan Fakir ortalarda yok), yalana yutkuna kahvenin önünde dolanıyor her gün; derken, anası kolundan tutup kahveye götürüyor, kahveci Topal Hüseyin’e sesleniyor: “ Yap Tahir’e bir çay!”; çay geliyor, buram buram, tavşankanı. Ama çay içme deneyimi hiç yok, hızla yapıştığı bardak avucunu kavurunca, küt diye yerde; gerçi yer kum, bardak kırılmıyor, ama çay gidiyor.
Fakir’in deyişiyle, “ el dayağı yedirmemek için”, eli ayağı düzgün, sağlıklı, kişilikli bir kadın olan anaları, 37 yaşında dul kaldığından, yoksulluk batağında kimi zaman öyle bunalıyor ki, kendisi bir iki tokat patlatıyor. Tahir bekliyor, dökülen çay için tokat ne yandan gelecek, sağdan mı soldan mı? Yoo, tokat falan inmiyor, tersine anası yeniden sesleniyor: “ Hüseyin, getir bir çay daha! “ “Sana mı Elif Ana?” “Yoo, Tahir’e. “
İkinci çay geliyor, eğilip kulağına: “ Bardağın üst yanından tut, üfleyerek iç”, diyor. Fakir öğüdü tutuyor, ve kendi deyişiyle, içine “ Kurtuluş Savaşı’nı kazanmışa benzeyen bir ılıklık yayılıyor.
Ev dar ya, çoğunlukla koyun koyuna yatıyorlar anasıyla; zaman zaman soruyor: “Yahu Ana, neden o gün bir tokat atmadın da ikinci çayı söyledin?” Anasından tıs çıkmıyor. İlkokul bitiyor, soru bilmem kaç kez yineleniyor, Elif Ana’nın tepkisi aynı, sanki soru ona sorulmuyor. Gönen’e gidiyor, Enstitü boyunca da, okul bittikten sonra da bir değişiklik yok; Kavacık Köyü’ne öğretmenliğe giderken de yineliyor, boşuna.
Derken, günün birinde, Kavacık’ta: “ Bugün dersine gireyim, bakalım nasıl ders veriyorsun?” deyip giriyor. Fakir sınıfı birden okutuyor; kendi anlatımıyla, esip gürlüyor, ders bitince evlerine dönüyorlar, soruyor nasıl bulduğunu; anası da “fena değil” diyor. “Yahu Ana, nasıl fena değil, bana denetmen geliyor, iyi, pekiyi yazıyor, sen fena değil diyorsun.”
“ Bak oğlum, diye Elif Ana, şimdiye dek belki yüz kez şu çay olayını sordun bana; niye beni dövmedin de, ikinci çayı ısmarladın diye; o zaman yanıt vermedim, şimdi diyeceğim nedenini.
Her insanın içinde bir arslan vardır; ikinci çayı söylemeseydim, o arslan kükrerdi; çimdik ya da tokat atsaydım, arslan ölürdü; sen de şimdiki gibi okuyup öğretmen falan olamazdın.
Şimdi senden dileğim, öğretmenliğini işte böyle yapman, çocuklarını içlerindeki arslanı öldürmeden eğitmen.”
Fakir ekliyor, anam içimdeki arslanı küstürseydi, öldürseydi, Gazi Eğitim’e, Mustafa Nahit Özön gibi Türkiye’nin en değerli öğretmenlerinden birinin önüne ya gidemezdim, ya da bir kadavra gibi gider, hiçbir şey alamaz, dolayısıyla öğretmen de, yazar da olamazdım.
Bakın şimdi, Elif Baykurt ilkokula bile gidememiş, insanlık tarihinin Marx ve Freud gibi iki büyük yorumcusundan haberi yok; Freud’un öğretisiyle Marx’ınkini kaynaştıran Wilhelm Reich’ın ne adını bilir, ne de evrendeki enerjinin canlı varlıklarda dirimsel enerji adıyla iş gördüğünü; dolayısıyla, canlı varlığın adına kakışır biçimde yaşayıp etkinlikte bulunabilmesi için sözkonusu enerjinin kösteklenmemesi, eylemsizlik içinde öldürülmemesi gerektiğini bu terimlerle bilir; o, dirimsel enerjiye arslan adın vermiş, ve bu arslanın öldürülmemesi için, elinden geleni yapıyor, yapmaya çalışıyor.
Andığım söyleşide bakla bir halk kadını, Birnur Şener, bu gözlemi doğrulayan başka bir acı örnek: doğadan ödünç aldığı dirimsel enerji (içindeki arslan) öylesine güçlü ki, ilkokuldan sonra, bütün isteğine, özlemine karşın ortaokula gönderilmiyor. Anadolu kadınlarının çoğu gibi, hemen evlendirilip eve kapatılıyor; anam Adile Onaran gibi, yirmisine basmadan biri kız ikisi oğlan üç çocuğu kucağında buluveriyor.
Anadolu’daki, bütün dünyadaki ataterkil zorbalığa karşın, içindeki arslan bütünüyle ölmüyor şükür, küsmüyor da; kocası kahve, kumar düşkünü, her akşam bırakıp gidiyor Birnur’u. Ne yapsın? 30 yıl önce televizyon denen afyon da yok; kocasına yalvarıyor, bana kitap bul getir diye.
Burada işe her zamanki gibi Demokritos karışıyor, olasılık-gereklilik sonucu, getirilen ilk kitap Fakir’in bir romanı; Birnur bunu yutarcasına okuyor, ağlıyor, gülüyor, ve aydınlanma serüveni başlıyor. Ondan sonra, kocası getirmezse, kendisi buluyor ya da alıyor, Fakir’in bütün kitaplarını yutmaya girişiyor.
Ve sıra dışılığa bakın! Yüzün görmediği, Burdurlu olsa da artık büyük kentlerde, Anadolu’nun en uzak illerinde ya da zindanlarda ömür tüketen Fakir Baykurt’a mektuplar yazmaya başlıyor; boş şişeye koyup denize bile salamayacağı mektupları yazıp biriktiriyor.
Ayrıca, okuduğu kitabın ayrıntılarını unutmak istemediği için, kendince bir çözüm buluyor: her birinin kısa bir özetini çıkarıyor, gerekince çıkarıp okuyor.
Sözünü ettiğim ortak söyleşide Birnur Şener’in, kendisinden daha talihli öbür konuşmacıların yanındaki coşkusunu, yalın anlatım gücünü, en deneyimli konuşmacılar gibi gerektiği zaman durarak, kimi sözcükleri yineleyerek elindeki kâğıdı okuyuşunu görseydeniz, konuşma salonunda Fakir’in, video başında da benim, ne kadar haklı olarak havalara uçtuğumuzu kolayca anlardınız: Mustafa Kemâl’in ışığıyla açılıp kısa bir süre de olsa uygarlıklar beşiği Anadolunun köylü çocuklarını, içlerindeki arslanı kürtürmeden, öldürmeden eğittiğimiz zaman hangi güzel çiçeklerin açacağını somut olarak görürdünüz.
Bundan dolayı, söyleşi sırasında Saffet Uysal’ın kısaca, ama çok yerinde olarak değindiği gibi, Fakir’in romanlarında kadınlar başköşededir; erkek yığınlarının göze alamadığı, usundan bile geçiremediği şeyleri düşünüp yapanla, en azından girişirler.
Yukarıda değindiğim anam Adile Onaran, Elif Baykurt’un, Birnur Şener’in yazgısını paylaşmış, ancak ilkokul üçe dek okuyabilmiştir; Birnur gibi 15’inde evlendirilmiş, 20’sinde üç erkek çocukla baş başa kalmıştır.
Onun da ne Marx’tan haberi vardı, ne Freud’dan; ben önüne getirene dek, Wilhelm Reich’ı da bilemezdi; şimdi, oğlu armağan etmiş olsa da, Cinsel Devrim’i, Kişilik Çözümlemesi’ni, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı’nı, insan olarak hak ettiği kadar rahat okuyup anlayabildiğini sanmam.
Ancak, bugün gazeteleri okurken, televizyonda haberleri dinlerken, yorumlarımız arasında şu kadarcık ayrım yok; dönen bütün dolapları yakalıyor, bilincini ve kesesini satmış okuryazarların kırıntısını bile dile getiremedikleri doğruları seziyor, yüksek sesle dile getiriyor.
Bunlar, yeryüzündeki en az üç milyar kadından, yaratılan toz duman arasında, benim gözüme çarpanlar; daha kim bilir ne umut verici, yürek ısıtıcı örnekler vardır?
Kadınlar; kadınlarımız, anamız, avradımız, yârimiz…
Tıpkı canımız gibi, içimizdeki arslanların küstürülmemesi, öldürülmemesi; Fakir’in açıksözlü deyişi uyarınca, yeryüzüne gelişimizin biricik ereği, gerekçesi olarak dünyada mutlu yaşayabilmemizin güvencesi; her türlü olumsuz koşula, engellemeye, erkeklerin usdışı, bilinçdışı korkularına karşın, kadınlarımızın birbirine ulanan bilgeliğindendir.
Birnur, söyleşide Tırpan’ı öyle içten, öyle coşkuyla övüyordu ki, Fakir’in yaşamöyküsünün geri kalan bölümlerini beklerken, yıllar sonra, çok büyük bir hazla yeniden okumaya giriştim.
Tırpan’ın temel kişileri de kadınlar; daha 13’ünde, Kabak Mustu’ya kurban edilmek üzere seçilen Dürü; kendisi de o yaşlarda kocaya satıldığı için kızının başına gelecekleri çok iyi bilen, Fakir’in ya halkımızdan ödünç aldığı, ya da kendi bulduğu deyimle “göğsü acımalı” Havana; bir de romana adını veren tırpanla özdeş Uluguş Nine.
Fakir romanlarında, öykülerinde, başlangıçta sezgisel olarak benimsediği, sonra en ince ayrıntısına dek öğrenip dört elle sarıldığı toplumcu ülküyü, erişilmez şiirsel anlatımıyla, az şeyle çok şey anlatan diliyle özetler: Kimseye kul olmamak, kimseyi kul tutmamak.
On bin yıllık ataerkil gelenek uyarınca, paradan, maldan, siyasal ya da cinsel erk’ten başkasına usları ermeyen erkeklerden biri olan Dürü’nün, kızını üç beş altına, beş on bileziğe, bilmem kaç kuruşluk başlık parasına – görünürde istemeye istemeye – razı olan babasının adı, roman kişilerine verilen öbür adlar gibi, başlı başına her şeyi özetliyor: Velikul.
Velikul, köyün eski muhtarıyla, yağcıbaşı İt Omar’la – ve ne yazık ki hem kendi karınlarına, hem de kızlarınınkine göz kırpmadan en keskin kılıçları saplamak üzere birbirleriyle yarışan – eşleriyle el ele, körpecik kızını kurban taşına yatırmaya hazırlanırken, bir zamanların İngiltere başbakanı olan Erkek Fatma’ya, ya da bir ara başımıza oturtulan kız kardeşine – çok şükür – hiç benzemeyen şu üç kadın, anaerkil dönemimizden kalma bilgelikleriyle inanılmazı gerçekleştiriyor, tırpanların kaptıkları gibi Kabak Mustu’ların, Velikul’ların, İt Omar’ların karşısına dikiliyorlar.
Geçen gün yapılan son İran seçimlerinde, özellikle kadınlarla gençlerin ortalıkta dolanan bütün raf ya da yer canilerinin, evrensel mollaların karşısına oylarıyla dikilişleri gibi.
Biz erkeklerin, kuşkusuz kadınların gönüllü işbirliğiyle, zorbalıkla ya da çeşitli dolaplarla, aslında doğanın temel varlığı olan dişilerin elinden her türlü erk’i, yetkiyi nasıl yürüttüğümüzü biraz daha ayrıntılı anımsamak isteyenler, Payel Yayınevi’nin bugünlerde Nilgün Şarman’ın çevirisiyle yayınladığı Tanrılar Kadınken’i okumalıdırlar.
Dünyanın bütün sömürücüleri, zorbaları, ayakta tutmaya çalıştıkları boğucu koşullara karşın, en çorak topraklarda bile günün birinde Elif Baykurt’ların, Birnur Şener’lerin, Adile Onaran’ların, Havana’ların, Uluguş’ların doğuvermesine hem kendi canlarını, hem de şu düzensiz düzenlerinin sürmesini borçlu oldukların şimdilik göremiyor, görmek istemiyorlar; umalım yeryüzündeki canlı varlıkların sonunu getirmeden bu körlükten kurtulabilirler.
Fakir Baykurt, o güzel günlerin habercilerinden, hazırlayıcılarındandı.
Ne mutlu!
Adam Sanat, Nisan 2000, s.173.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder