6 Ocak 2013 Pazar

“DAMGALARIN GÖÇÜ”

“DAMGALARIN GÖÇÜ”


            Ne demişti ulu ozan Nâzım Hikmet? “Anlamak sevgilim, o en büyük bahtiyarlık? Anlamak gideni ve gelmekte olanı…”
            Gideni, gelmekte olanı, yaşadıklarımızı anlamaya, anlatmaya canını adamışlardan biri de sevgili dostumuz Lâle Gürman’dır; anladıklarını, öğrendiklerini iletişim ağında, telefonda, sitelerde bıkıp usanmadan, yorulmadan dostlarıyla paylaşır.
            Bu kez de “Tarihi Yeniden Yazdıracak Kitap” başlığıyla değerli araştırmacık Servet Somuncuoğlu’nun “ Damgaların Göçü” adlı çalışmasını duyurdu; Somuncuoğlu ve arkadaşları, 2005 yılından beri, yurdumuzda ve dünyanın dört bir yanında “Taşlardaki Türkler”in izini sürüyor; bulup gördüklerini de belgeliyor; bu paha biçilmez çalışmalarından ötürü, 2008 yılında Sedat Simavi Ödülleri’nden biri çok haklı olarak ona verildi.
            Servet Somuncuoğlu’nun kitabına değinmezden önce, biraz geriye, insanoğlunun göçmeye başladığı yıllara dönelim; kıllı maymun atalarımız Etyopya’nın Hindistan’a bakan kıyısındaki ormanlarda yaşarmış; o unutulmaz cennet yaşamı sürürken, kaçınılmaz bir kaza olmuş, yanardağlar patlamış, lavlar yeni dağ sıraları oluşturmuş, ve bölgenin Muson yelleriyle gelen bereketli yağmurları alışı kesilmiş; özellikle iç kesimde ağaçlar kurumuş, besin kaynağı tükenmiş. Âdem’le Havva,  herhangi bir yasak meyveyi dişledikleri için değil, besin tükendiği için ağaçtan yere inmiş ovalara, savanlara yayılmış.
            O güne dek ağaçtan ağaca zıplayan bu yaratıklar, çevredeki yırtıcıların saldırılarından korunmak üzere, iki ayakları üzerinde doğrulmuşlar; bu da kaçınılmaz bir evrime  yol açmış: beynin alın bölgesine yaptığı basınç azalınca, o güne dek varolan sürüngen beyni ile maymun beynine insana özgü düşgücünü, sözlü dili, yaratıcılığı barındıran şakak ve alın yumruları eklenmiş; bu da en küçük canlıda bile varolan merak’ı artırmış; dolayısıyla, buzullar eriyip iklim yumuşadıkça, dünyanın öbür köşelerine, Asya’ya, Avrupa’ya göç başlamış.
            Kıllı atalarımızdan bir bölümü elbette Mezopotamya’ya, Kafkaslara, Baykal Gölü çevresine göçmüşler; buralara göçenlerden bir bölümü, kesintisiz süren evrim dolayısıyla, günün birinde, Ön-Türkçe’yi oluşturacak sesleri bulmuş, eldeki bulgulara göre dünyanın ilk yazılı dilini yaratmışlar.
            Ancak o dili oluştururken, yaşadıklarını, inandıklarını, taptıklarını anlatmak üzere önce damga denen kaya resimlerini kullanmışlar, sonra yavaş yavaş bunlara harfleri eklemişler; böylece yeryüzünün ilk ABC’si oluşmuş Asya’nın o dönemde çok verimli topraklarında; derken gün gelmiş, bu cennet de sona ermiş, başka yerlere göçmek gerekmiş. Geldikleri yerler arasında Anadolu da var elbet; ama İtalya’ya, Portekiz’e, İspanya’ya da uzanmışlar; oralardakı mağaralara da kaya resimlerini bırakmışlar.
            Avrupalı bilim(?) insanları, bu resimlerdeki harfleri görmüşler, bile bile: “okunamayan yazı” diye nitelendirip kıyıya atmışlar; ama Uygur asıllı bir Türk, Kâzım Mirşan  çıkmış, bu yazıyı kıtır tıkır okumuş, ve Türklerin bütün buralarda binlerce yıl önce yaşamış olduğunu kanıtlamış; kanıtlamış da ne olmuş? Irkçı, bağnaz, korkak Avupalılar bu açık kanıtları da görmezden gelmiş, bildiklerini okumayı sürdürmüşler: Türkler  İsâ’dan 13 000 yıl öncesinden başlayarak Anadolu’ya, Mezopotamya’ya geldikleri halde, ısrarla 1071’den başlatmışlar buraya ayak basışımızı; gönüllü devşirme Türkler de buna seve seve katılınca, konu bağlanmış.
            Oysa, güzeller güzeli Mustafa Kemâl Atatürk, henüz elinde hiçbir araştırmacı, hiçbir belge yokken, bizim en az 5 000 yıldır burada olduğumuzu söylemiş; bunu kanıtlamak üzere Avrupa’ya yetişinler diye öğrenciler göndermiş; Türk dilinin izlerini sürmek için de, örneğin Meksika’ya, İnka dilindeki Türkçe kalıntılarını araştırmaya insan yollamış.
            Gelelim Somuncuoğlu’nun çalışmalarına; “Karlı Dağlardaki Sır” belgeselinin gösteriminden sonra, yurdun çeşitli yörelerinden insanlar aramış: “Efendim, bizim buralarda da o kaya resimlerinden var” demişler; hiç üşenmemiş, hemen hepsine gitmiş, çoğu boş çıkmış; ama sonunda, Ankara’nın 80 km ötesindeki köylerde aradıklarını fazlasıyla bulmuşlar: binlerce kaya resmi, bine yakın kurgan, eski Türk gömütü. Bunları da bin bir güçlükle, sabırla belgelemişler; 27 Ocak, 3 ve 10 Şubat 2012 Cuma akşamları, saat 21’de, TRT’de yayınlanmış, eski kayıtları bulursanız hemen izleyin.
            Lâleciğimin, belgeselde konuşan çeşitli uzmanlarla birlikte dile getirdiği, tarihin yeniden yazılması’na gelince; doğrusu ya, anamalcılık denen küresel veba sona ermedikçe, bu konuda en küçük bir umut olamaz.
            Siz en iyisi, Servet Somuncuoğlu’nun somuncuoglu@yahoo.com adresinden onun değerli kitaplarını edinin, nasıl ve ne zaman geleceğini kestiremeyeceğimiz günleri
 beklerken avunur, sevinirsiniz.   
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder