22 Mayıs 2013 Çarşamba

“GERİ DÖNÜŞÜM”



“GERİ DÖNÜŞÜM”


            Hepimize, bütün dünyaya yaşatılanları yaşıyor görüyorsunuz. Bunların gerekçeleri, nedenleri, onları insanlara yaşanlar konusunda yeterince konuşuluyor, yazılıyor, söyleşiliyor.
            İletişim ağındaki haberleşme yollarından yüzdefterinde son günlerde iki resim dikkatimi çekti; birinde, bizim yürütmenin başının bıyığı kesiliyor, sırtına Nazi kılığı geçirilip öyle sunuluyor- sanki çektiklerimizin hepsinin yaratıcı, dolayısıyla sorumlusu o’ymuş gibi; oysa dünyaya 2. Savaşı yaşatan onbaşı da para analarıyla babalarının, bankacıların, petrolcülerin, silah üretici ve satıcıların maşasıydı; nitekim bodrumun birinde canına kıydığında onunla şaraplar içen  kodamanların hiçbiri yoktu yanında.
            İkinci resim, dünyada adı en çok konuşulan insanlardan biri, Amerikalı bir zengin; onun da aklınıza gelen her alanda parası var. Diyor ki yamru yumru suratıyla: 19. Yüzyıl’ın başında Anadolu topraklarıyla ilgili bir tasarı kurmuştuk; sarı saçlı mavi gözlü bir Türk çıktı, oyunu bozdu, iş yarım kaldı; şimdi kaldığımız yerden sürdürüyoruz.
            Evet, gerine gerine, insan haklarına, hayvan haklarına, ileri ya da geri demokrasiye hiç aldırmadan söylüyor bunları; ama bizim bütün kanallar, bütün gazeteler, bütün uzmanlar(?) sabahtan akşama başka masallar anlatıyor hem halkıma, hem dünyaya.
            Neyse, dedim ya, bütün bunlar yeterince konuşuluyor; onun için ben size şiir okumaya karar verdim bugün; şiirleri, ülkemin en duyarlı, en dürüst ozanlarının birinden, Zeynep Uzunbay’ın, Yasakmeyve yayınlarınca basılmış “Geri Dönüşüm” adlı kitabından seçtim.
Geri Dönüşüm
                                               kırlangıç uçurtması kaçtı
                                               kopan ipliğini parmağıma dola
                                               rüzgâr soğudu madem
                                               üfür fısılda mırıldan
                                               gel biraz evlenelim

                                               iyi kötü yol açarız kalabalıkta
                                               tökezlesen tutarım
                                               başım dönse yaslanırım omzuna
                                               yuttuğum sözcükler böyle zayıflattı beni
                                               uzaklarda bir rüyâ seçemiyorum
                                               yıllarından ayrılıp duruyor dünya
                                               ufuk yalan, ütopyaya gidelim

                                               düz taşa adımı yaz, senin bulduğun…
                                               ben de “Hiçbir şey ummuyorum,
                                               hiçbir şeyden korkmuyorum,
                                               özgürüm” yazarım düz taşına
                                               başımıza dikip güleriz
                                               biriktirdiğimiz onca camgöbeği, kızıl, mor…
                                               kim bilir şimdi kimin ellerinde
                                               korkma, nefes almayı unuttuk
                                               suyumuzun ayı göğe düştü
                                               çakıl taşlarımız saçıldı geceye
                                               pırıl pırıl geri dönelim.

Sözümüz

                                               her şey bize benziyor
                                               suyunu birbirine veren
                                               ki fıstık çamıyız, dinle
                                               rüzgâr ne dese doğru

                                                           Biraz paranoyak bir fıstığım ben
                                                           hiç yoktan iniltiler oyar dibimi
                                               söz, yavrumuz
                                               açar gagasını göğe
                                               bulut mu? ay mı? bir akşamüstü
                                               lila deniz damlattık ağzına

                                                                       Dümdüz, solgun bir özlem
                                                                       derken direk, tekne

                                               sevmenin neler olduğunu biliyor;
                                               canımın altındaki huyu, bizim oraları
                                               gözleri velfecri okuyan horozu
                                               hepsini! hepsini!

                                                                       Susuyor dobra dobra, oof
                                                                       adsız kal, sensiz kal e mi!

                                               diyor ki, gitsin
                                               düşsün, dirensin, bulsun
                                               kendi bilsin sözümüz olduğunu

                                                                       Sözümüz bizi unutma!
            İnsanı da, her türlü sanatını, yaratısını da yeryüzünden silmeye yemin etmiş bu korkunç vebaya inat çekelim şiir kılıcımızı! Belki vebalıları bile kurtarırız!

                                                                       Güncel Mersin, 22 Mayıs 2013

KÜBA’YA AÇLIĞA KARŞI SAVAŞTA ÖVGÜ



KÜBA’YA AÇLIĞA KARŞI SAVAŞTA ÖVGÜ


            Bir süre önce, Küba’nın Doğaya Saygılı Tarımı başlıklı bir yazı hazırlamıştım; bizim de içinde çırpındığımız anamalcı kürede insanlar geçim sıkıntısından yerleri tırmalarken; büyük çoğunluğu acımasızca sömürenler bile sağlıklı besin bulamazken, türeyim gözeleri üzerinde oynanmış besinlerle yavaş yavaş zehirlenir, canavara döndürülürken, 50 yılı aşkın süredir ABD’nin tanımdışı kuşatması sonucu anlatılmaz parasal sıkıntılar çeken Küba’nın halkını evrenin hepimize armağan ettiği yararlı besinlerle yaşatma çabalarına değinmiştim.
            Yazdıklarımın doğrulaması, hem de ABD’nin kesin denetimi-yönetimi altındaki bir örgütten, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nden geldi; soL Gazetesi, 17 Mayıs’ta, sözkonusu Örgüt’ün Yöneticisi José Graziano da Silva, 29 Nisan 2013’te Roma’dan şu mektubu yazmış Fidel Castro’ya:
            Sevgili Kumandan,
            1996 yılında Roma’da toplanan Dünya Gıda Zirvesi’nde alınana karar gereği, bütün ülkelerde gıda yetersizliği yaşayan insanların sayısını 2015’e kadar yarıya düşürme hedefine önceden ulaştığı için Küba halkını ve sizi yürekten kutlamak üzere, GTÖ Genel Müdürü olarak size seslenme onuruna erişmiş bulunuyorum.
            Anımsayacağınız gibi, zirveye katılarak bizi onurlandırmış örgütümüzün toplu belleğinde kalıcı yer edinen, kısa, ama etkili bir konuşma yapmıştınız. Konuşmanızı şu sözlerle bitirmiştiniz: ‘Bugün açlıktan ölenler için çalan çanlar, eğer kendini kurtaracak bilgeliği gösteremez ise yarın insanlık için çalacaktır.’  Ve aktarıldığına göre, zirvenin ardından gerçekleştirilen basın toplantısında, bu amaca ulaşılsa bile, insanlığın henüz açlık belasından kurtulamamış öbür yarısına ne diyeceğimizi bilemediğimizi söylemiştiniz. Dedikleriniz, bugün de önem ve değerini koruyan düşüncelerdi.
            O günden bu yana 17 yıl geçti, önümüzdeki Haziran Roma’da gerçekleştirilecek GTÖ toplantısında, üye ülkelerin onayıyla, tarihte ilk kez açlığın bütünüyle yok edilmesini Örgütümüzün bir numaralı amacı hâline getirecek bir karar alacağımızı size bildirmekten haz duyuyorum.
            Açlığı yenme konusunda üstün başarı sağlayan öbür 15 ülke ve Küba o etkinlikte onurlandırılacaktır. Bu ülkelerin hepsine, zirvede saptanmış amaca hedeflenene tarihten önce ulaştıkları için birer onur belgesi sunulacaktır. Küba’ya eşlik edecek öbür ülkeler Ermenistan, Azerbaycan, Şili, Fiji, Gürcistan, Gana, Guyana, Nikaragua, Peru, Samoa, São, Tomë ve Principe, Tayland, Uruguay, Vnezülla ve Vietnam’dır.
            Ülkenizin gerçekleştirdiği bu önemli başarı dolayısıyla sizi yeniden kutlarken, şahsınıza ve Küba halkına esenlik ve başarı dilerim.
            Derin saygı ve takdirlerimle.”
            Gördüğünüz gibi, 11 milyoncuk Küba, topu topu 50 yılda, Avrupa ve Amerika’nın hindiler gibi şişinerek övündüğü şu korkunç anamalcı yalan talanı yaratmak üzere, Güney Amerika’nın da içinde bulunduğu dünyamızı insanlık tarihinde görülmemiş biçimde soyar; altın, gümüş bakır gibi değerli madenlerini ülkelerine taşıyıp akıl almaz bir artıdeğer birikimi yarattığı 400 yıllık sömürge döneminin izlerini sildiği gibi, SSCB’nin yanına bile yanaşamadığı amacı da gerçekleştirmiş, ilk atalarımızdan timsahın kör bencilliği içende yaşatılan anamalcı düzensizliğin çürümüş, yozlaşmış insanının yerine YENİ İNSANI; toplumsal yaşamını dayanışmaya, bilgiyi de besinleri de bütün öbür şeyleri de sese seve paylaşmaya dayandırmış; dolayısıyla sevgili Atatürkümüzün, Yurtta Barış, Dünyada Barış  ilkesini kendiliğinden yaşayıp uygulayan YENİ İNSANI geçirmeyi başarmıştır.
            Bunun için sihirli değnek yok ellerinde; son derece somut, etkili bir yol var: bütün sanal ayrıcalıklara kesin son vermek; yurttaşların hepsine, 365 gün, 24 saat hiçbir konuda, tek bir yalan söylememek; bütün bilgileri paylaşmak.
            Bunu titizlikle uygulayınca, başka bir yazıda değindiğim şey yine su içer gibi gerçekleşiveriyor: yeni Anayasa’nın yürürlüğe konabilmesi için açılan ülkesel tartışmaya tam 8 milyon kişi katılıyor; Havana’da açılan Kitap Fuarı’nda öyle faso fiso yayınlar değil, içlerinde Dünya Klasikleri’nin de bulunduğu 6 milyon kitap satılıyor.
            Ama tehlike hâlâ anlatılamayacak kadar büyük: Kübacık 11 milyon; anamalcı yanılsamada direnen, savaşlarda milyonları birbirine kırdırarak ayakta kalmaya çabalayan kesimse 6,5 milyar. Bakalım nitelik mi ağır basacak, nicelik mi bu öldürücü yarışta?

                                                                       Güncel Mersin, 18 Mayıs 2013

10 Mayıs 2013 Cuma

“BİZİM MAHALLE-TENEKELİ MAHALLE”



“BİZİM MAHALLE-TENEKELİ MAHALLE”



            Demokritos, yine beklenmedik bir ayarlama yaptı, sıra dışı  bir insanla tanıştırdı beni: Gönül İlhan.
            Gönül, İzmirli; daha okuyor; başka bir İzmirli dostum,Gülten Uluçınar buluşturdu beni onunla; Gülten'iyse  bana Küba tanıtmıştı, Cüneyt Göksu’yla o düş ülkesini gezdikten sonra. “Bizim Mahalle-Teneke Mahalle”nin başına şunları yazmış:
            Bu kitap; insanlık tarihine ve dünya coğrafyasına sımsıkı kök salmış bir kültürden gelen Romanların yaşadığı Ege Mahallesi’ni görünür kılmak için yazıldı.
            Çalgılarıyla eğlendiğimiz adamların, parmak şıklatmasından  ibaret gördüğümüz kadınların ve onarın çocuklarının yoksul hayatlarını bilinir kılmak için.
            Buralara yol düşürmeden, kapı önlerindeki kadınlarla lâfın boynunu bükmeden, kahvesinde oturup bülbülyuvası bardaktan demli bir çay içmeden bu kentte yaşamayı sürdüren insanları ‘Bizim Mahalle’de yaşayanlarla tanıştırmak için.
            Mortakiye’den Ege’ye yaşanmış bütün zamanlarıyla birlikte, bu mahalleyi kentin dokusundan silme talebinin acımasızlığını hatırlatmak için.
            Biraz da kendim için.
            Doğuştan bulduğu kimliğinde canı yanmadan yaşasın diye herkes;
            Çingene, Rum, Yahudi, Kürt, Türk, Süryani, Ermeni, Laz, Çerkez ve daha neler neler olan varlığımı insanlığa armağan ettiğimi duyurmak için.
            İşsizlere iş, evsizlere ev, açlara ekmek verebilseydi bu kitap, dünyanın en güzel kitabı olurdu.
            En kıymetli yapıtı olurdu bütün zamanların, yeryüzüne barış getirebilseydi bu yazılanlar.
            Hayattan başka bir şey istemezdi bu satırların yazarı o zaman.
            Hepiniz gibi.”
            Sonra, duyarlı, kederli Gönül binlerce yılın hüznü sindirilmiş sayfalarla sürdürüyor anlatısını; ve bakın ne diyor Mektup adlı bölümde:
            Darı tanesi gibi saçıldık Hindistan’dan yeryüzünün dört bir köşesine.
            Göç yollarında geçti atalarımızın, nenelerimizin ömrü.
            Yokluğun yoksulluğun ince kederini müziğin ve dansın kıvrak ritmini taşıdık her zaman genlerimizde.
            Gökyüzünün altında uzanan bütün topraklar vatanımız oldu.
            Nereye yerleşsek, oralı olmak istedik. Dilimizi unuttuk, dinimizi değiştirdik bu yüzden.
            İncindiğin yerdir gurbet’ diyor ya şair (Yüksel Pazarkaya), yerleştiğimiz memleketlerde çok incindik biz de.
            Nazilerin gaz odalarında yakılıp ‘tıbbi deneylerinde’ kobay olarak kullanıldığımızda kılı kıpırdamadı kimsenin.
            Yine de küsmedik; doğan güneşe, açan çiçeğe, uçan kuşa. Ve insana.
            Kâğıtlara yazmadığımızdan belki, geçmişi çabucak unuttuk.
            Ölümü değil, hayatı güzelledik hep.
            Yakıp yıkmadık, kendi yüreklerimizden başka hiçbir ülkeyi.
            Şarkı söyleyerek uzak tuttuk kendimizi kötü düşüncelerden. Dans ederek açlığı unuttuk (Esma Redzepova).
            Falına baktık, kaplarını kalayladık, ayakkabılarını boyadık, çiçeklerini sattık, faytonlarını sürdük, yüklerini taşıdık, sirklerinde cambazlık yaptık, evlerinin kirini pasını temizledik, sepetlerini ördük, demirlerini dövdük, çöplerini karıştırıp hurdalarını topladık, bohçayla kapılarına götürdük çeyizlerini, söyleyip oynayarak düğünlerini neşelendirdik dünyanın bütün gacolarının (Çingene olmayan insanlarının).
           
            Bilmezden geliyorsunuz yokluğumuzu, yoksulluğumuzu.
            İnsana yakışmayan yaşama koşullarımızı görmezden geliyorsunuz.
            Uzak duruyorsunuz hayatlarımızın acı gerçeklerinden.
            Önyargıları yıkmak daha zor, demiş atomu parçalayan adam.
            Yine de…
            Tanışalım artık. Ne desiniz?”
            Ahhh Gönülcüm  ahhhh!
            Yakındıkların yalnız bu topraklarda yaşayanlara özgü eksiklikler, aksaklıklar değil ki canım; anaerkil cennetin yerini ataerkil zorbalık alalı, hele ona bir de anamalcı veba ekleneli beri, bütün uluslara, bütün ırklara bulaşan; şimdi gittikçe daha da azgınlaşan bir salgın: bir avuç dolar, bir varil petrol, bir torba bor için yapmayacakları rezillik, kıymayacakları canlı kalmadı.
            Küba’daki gibi bu tanımdışı ölüm çemberini kıramazsak, arkamızdan, mamutlar gibi, öykümüzü yazacak canlı kalmayacak şu güzelim mavi gezegende           
                                                                                  Güncel Mersin, 10 Mayıs 2013.                  

6 Mayıs 2013 Pazartesi

DEVRİMCİ DOKTORLAR”




“DEVRİMCİ DOKTORLAR”


            nota bene yayınevi,  Levent Aydeniz’in çevirisiyle, Steve Brouwer’ın bir kitabını basmış; Devrimci Doktorlar. Kitabı bana sağ olsun İzmirli dostum Gülten Uluçınar yolladı; ilgiyle okudum Kübalı hekimlerin önce kendi ülkelerinde, sonra dünyanın dört bir yanında anamalcı tıbbın yerine bütün hakları kapsayan insancıl tıbbı tanıtmak, uygulamak, yerleştirmek üzere giriştikleri yiğitçe tarihsel girişimi.
            Kitabın ayrıntısına geçmezden önce, kısa bir anımsatma yapmak istiyorum: biliyorsunuz, yeryüzündeki, acundaki canlı cansız bütün varlıklar evrensel enerjinin türevleridir.
            Yerkürede cansızların ardından canlılar da oluştuktan sonra, elbette bir enerjiyi yenileme, beslenme zinciri oluşmuş; otla beslenen canlıların beslenmesi biz insanlara daha az yırtıcı gözükmüş; etle beslenenlerse ister istemez birbirleriyle yapmak zorunda kalmışlar bu işi; onların arasında, beslenmesine yetecek bir avın dışında, tilki ya da kurt gibi, bir kümese girdiği ya da sürüye daldığı zaman, yiyemeyeceği kadar çok sayıda kurbanı yere seren yok gibi; genellikle, aslan bile olsa, tek bir canlıyı avlıyor, ailesiyle birlikte karnını doyurup  kenara  çekiliyor,  yerini daha küçüklere bırakıyor: sırasıyla sırtlan geliyor, yaban köpeği geliyor, akbaba geliyor, en sonunda karıncalar geliyor.
            Bütün insanları anaların yarattığına inanılan mutlu anaerkil dönemin ardından, erkeğin döllenmedeki payını ve yumruğunun gücünü bulgulayıp ataerkil zorbalığı yürürlüğe koymasının, sonra buna anamalcı yalan talanın eklenmesinden sonra geçen söylencelerle dolu yüz yılların, bin yılların ardından, 19. Yüzyıl’da Avrupa’nın ortasında doğan iki yetenekli insan, Freud ile Marx her şeyi oluşturan enerjinin işleyişini iki asal alanda ele alıp yorumladılar; biri cinsel alanda, öbürü üretim, emek alanında.
            Ama kaba gücüne  makinelerinkini ekleyen ataerkil anamalcı yalan talanın hiç hoşuna gitmedi bu yorumlar; 1850’lerden beri onları unutturmak, yürürlüğe konmalarını önlemek için elindeki bütün olanakları, bütün araçları kullanıyor. Uydurduğu bütün nişanlarla, ödüllerle pohpohladığı örneğin Churcill  gibi maşalarına şunu söyletecek kadar gözü dönmüş durumda: “Bir damla petrol, bir damla kandan çok daha önemlidir.”( Gene insaflı davranmış, bin damla, yüzbin damla da diyebilirdi!)
            Hepimizi doğruca Küresel Harakiri’ye götürecek bu anlayış ilke edinilince, onun uzantısı olarak, bütün dünyayı amansızca, acımasızca sömürebilmek için, etkileyebildikleri ülkelerin halklarını somut bilimsel bilgiden kopardılar; söylencelerin en karanlığına mahkûm ettiler; şimdi sanal gönençlerini sürdürebilmek için ellerine her türlü silahı tutuşturdukları bu cinsel doyumdan yoksun yığınlara insanları kırdırarak; gerekirse onları birbirine kırdırarak, ağızlarından salyalar akıtarak, petrole ya da öbür doğal kaynaklara el koyma çılgınlığını sürdürüyorlar.
            Buna karşılık, 1956’da giriştikleri savaşımı 1959 sonunda kazanan Fidel ve arkadaşları, belli ki hem Freud’u, hem Marx’ı çok iyi öğrenip sindirmişler; ayrıca daha önce gerek Moskova’da, gerek Pekin’de başlatılan toplumcu devrim girişimlerinden de son derece yararlı dersler çıkarmışlar. O yüzden, SSCB’nin düştüğü yanlışa hiç düşmediler; toplumculuğu yaymak üzere sağa sola tank göndermediler – işgal ettikleri Afganistan’ı ABD’nin avucuna altın elma gibi sunma cinayetini işlemediler -. Kendisi de hekim olan Arjantinli ülkücü Che Guevera,  devrimden sonra Kuzey Amerika’ya kaçan hekimlerin yerine, Güney Amerikalı birkaç gönüllü ustanın yardımıyla açtığı tıp fakültesini bitiren genç hekimleri dağlara köylere dağılmaya çağırdığında bir de bakmış ki, hiçbiri gitmeye yanaşmıyor; bunun üzerine, şekerkamışı biçmek üzere biçerdöverin tepesine çıkarak; yeni evler kurmak için elinde mala, gövdesi çıplak, duvarın bayına geçerek; bir üretimlikte taşıyıcının sapına yapışıp çuval taşıyarak sözün gerçek anlamında örnek olmuş ve önce Küba’da binlerce yıldır kendi yazgısına, üfürükçülere bırakılmış yığınlara parasız, bilimsel tıbbın yardımını götürmüş.
            Bununla yetinemezlerdi elbet; toplumculuğun uluslararacılığına uygun olarak,  nerede bir yersarsıntısı olursa, insanlar yardım isterse, gönüllü doktorları, üstelik ilâç ve gereçleri de yanlarında götürerek, oralara koşmaya başlamışlar.
            Şimdi Küba’nın en inançlı destekçisi olan Venezüella’da Chavez’in işbaşına gelişinden sonra, hem gönüllü öğretmen, hem de hekimler bu ülkeye akın etmiş, kısa sürede Venezüella halkını okur-yazar kılmış; bütün yoksul mahallelere, kentlere tertemiz parasız sağlık hizmeti götürmüşler.
            Sağlıktan, tıpkı silah ve uyuşturucu gibi, inanılmaz paralar kazanan anamalcı ülkeler buna dayanabilir miydi? Dayanamazdı elbet; nitekim, girişimin soylu öncüsünü Bolivya dağlarında mıhladılar; Fidel’i 650 kez öldürmeye giriştiler; güzelim Hugo  can verdiğinde kim bilir nasıl göbek atmışlardır?
            İnsanlık tarihinin benzersiz savaşımının ayrıntılarını okumak istiyorsanız, hemen edinin Devrimci Doktorlar’ı.
                                                                       Güncel Mersin, 4 Mayıs 2013.
    

1 Mayıs 2013 Çarşamba

FERHAN USTA’NIN MASALI



FERHAN USTA’NIN MASALI


            Oyun, Viyana kapılarındaki Osmanlı ordusu mehter takımının Mozart’a yazdırdığı Türk Marşı’yla başlıyor; karşımızda da, kimisi havada sallanan, Viyana sarayında yaşayanları canlandıran cansız kişiler.
            Münir Özkul’un kendisine bıraktığı İsmail Dümbüllü kavuğunu devredecek kimse bulamayan sevgili Ferhan Şensoy Usta, son yaratısı Masal Müfettişi’ni oynuyor tarihsel Ses Tiyatrosu’nda. İnanılmaz birikimiyle yerli, yabancı bütün tarihleri; yerli yabancı bütün söylenceleri, masalları; yaşanmış, yaşanmakta olan bütün olayları iç içe yedirmiş gözümün bebeği.
            Söz konusu masal olunca, bu dalın en büyük, en ünlü yazarı Lafontaine’in sahnede yer almaması düşünülemezdi elbet; Ferhan’ın yaratıcı kıvrak zekâsı, salt uzun kıvırcık saçlarından yola çıkarak, küresel sömürgecilerin yurdumuza dayattıkları kadın, yaşam, aydınlık düşmanı zindanı delik deşik etmek üzere, onu yetenekli bir kadın oyuncuya oynatıyor; o arada Fransız dilinin aşılmaz çelişkisiyle, kimi sözcüklerin dişi, kimilerinin erkek oluşuyla da dalgasını geçiyor.
            Oyunda Lafontaine yer alır da, masalların unutulmaz, vazgeçilmez kahramanı  Keloğlan bulunmaz mı? Üstelik, bütün masalsı düşleri tuz buz etmek üzere, hem Keloğlan’ı tombulca bir oğlan oynuyor, hem  annesi de kel!
            Sözlü, yazılı, müzikli bütün masalları temel kalıbı da yerli yerinde, tersine çevrilmiş olarak: Peri Padişahı’nın kızıyla evlenmek üzere yola çıkarılmış Keloğlan’ın yerine, çağdaş, yoksul bir kız, bir kahvede gördüğü, yalnızca cep telefonunun numarasını kaydetmeyi başardığı varlıklı mı varlıklı delikanlıyla evlenmeyi kafasına koymuş durumda. Oğlanın ailesiyle nasıl buluşacaklarını, delikanlıyı babasından nasıl isteyeceklerini, oyun izleyip görmenin gerekiyor.
            Masallarımızın temel kişilerinden Dedem Korkut da sahnede elbet; dil ustası Ferhan Usta’nın ona da neler söyletip yaptırdığını belki birkaç kez görmeniz gerekiyor.
            Anaerkil yumuşaklığın, sevecenliğin yerini ataerkil zorbalık, saçmalık alalı beri oba başı-yargılayıcı-kolluk gücü üçlüsünü nasıl unutabilirdi oyunumuz; kolluk gücünü, Nazi gibi giydirilmiş; henüz eli erkek eline değmemiş  bir Hanım Müfettiş canlandırıyor.
            Dediğim gibi, Ferhan Usta’nın daldan dala, ekinden ekine, masaldan masala atlayan sınır tanımaz beyni, anamalcı soygunun burgacında hızla KÜRESEL HARAKİRİ’ye doğru koşturulan dünyamızın acılarını, çelişkilerini, gülünç-acıklı olaylarını şiirsel bir dille yaşatıyor izleyiciye.
            Ve ne güzel şey! İzleyici yaratılanının değerini hemen sezmiş: yıllardır ilk kez bu kadar dolu bulduk salonu, hem de çoğunlukla gençlerle; her başarılı çağrışımda, taşlamada alkışlar koptu.
            Bu başarının elde edilmesinde en büyük pay her zamanki gibi oyunu yazan, sahneye koyan, yöneten Ferhan Şensoy’un.
            Ona sahnede Serap Günaydın, Ali Çatalbaş, Pınar Alsan, Elif Duru, M.Ferhan Şensoy, Orkun Akyıldız eşlik ediyor.
            Bezemle giysileri son derece başarılı olarak Derya Şensoy tasarlamış
            Işığı Hüseyin Ulaş  yönetiyor.
            Uygulayıma Suat Tepe ile Erdinç Işıldak yardım etmiş
            Sanata insanlar ‘güzel’ nitelemesini eklediler haklı olarak: yaşamı çekilir, güzel kılsın diye.
            Canım Ferhan bunu en kusursuz yapanlardan biri ve ne mutlu ki bizim can dostumuz!
            Dünyanın bütün vebalılarına inat, çok yaşa Ferhancım!
                                                                                                     Güncel Mersin, 21 Nisan 2013